İşitmeye başladıkça meğer kâinatın diliymiş bu. Her canlının kesintisiz zikri, varlığın diliymiş. Biz işittiğimiz ölçüde söküyormuşuz. Aslında fıtrat dilimiz bu. Fakat onu konuşmak için işitmek, yeniden hatırlamak gerekiyordu. Bizimse dudağımızla kulağımız arasında yüzyıllar vardı. Bu mesafeyi nasıl alacak nasıl uzakları yakına getirecektik? Kim bu bizde saklı hazinenin üzerini açacak kim hatırlatacak derken ancak yazmak suretiyle yaklaşıyor, yaklaşıyordum. Ta ki Yunusça dizeler yüreğimi yarsın.
Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu
Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur
Yunusça’nın babası Mustafa Tatcı üstadımın nefesinden çekersem: “Bu söz ne zaman iş oldu yani vücûd buldu? Nerede hareket ve anlam kazandı? Sûret, nerede söz buldu? Söz nerede sûrete dönüştü?”
Neler demek istiyor da, kim bilir, biz ne kadarını işitiyorduk sözün? “Ol” emriyle surete bürünen anlamdan harfler zuhur ediyordu. Her biri, içerdiği anlamı vücuda getirmeye şartlanmıştı yani surete bürünen her şey için anlama dönüşmek ve anlamı genişletmek farz oluyordu. Yazma serüvenimin baştan aşağı özetiydi bu.
Hayalimde yazdırılacakların suretini görmeden asla yazamazdım. Kelimeler varlığın surete girmiş hali, insanlığımızın izdüşümü öyleyse dil insana farzdır; diyordum. Her farz ancak gönülden gerçekleştirildiğinde yerine getirilmiş olmaz mıydı?
Bu durumda “ol” emrine riayet etmek zorla mümkün değildi. İtaat, isteyerek olmalı; gönülden olmalı ki dil ikrar etmeliydi. Yeryüzüyle gökyüzüne zorla ya da isteyerek gelin denince isteyerek geldik, demeleri bir ikrar değil miydi? Zira itaat ancak gönülden olursa gerçeği kuşatabiliyordu. Dil ile gönül “bir” aşkın kaynağıydı muhakkak.
***
Fakat üstadım bu acizane tefekkürümle sınırlı söz söylemiyordu elbette, anlamı yarmaya devam etti: “Bu vücûd ne zaman kendiliğinden söz söyler hale geldi, ne zaman o sözlerin sahibi oldu? Sûretin müstakil bir varlığı yoktur. Bunu iyice düşün!”
Düşünüyordum yazarken evet. “Yunus değildir bunu diyen, kendiliğidir söyleyen!” Nefsimiz hangi merhaledeyse, konuştuğumuz ve işittiğimiz dil o seviyeden canlanıyordu. Bizzat bu keşif benim gibilerin Yunusça menakıbımızda defalarca tecrübe edilmiş bir olguydu. Gelgelelim nefs-i emmare dilinden yazılanlarla nefs-i kamile dilinden yazılan dizeler arasında koskoca bir benlik farkı vardı. Benliksiz makamda Yunus’un içindeki “ben” söz söylüyorsa benlikli nefis mertebelerimizde elbet sözün seviyesi her yönden kuşatıcı olamaz, olamıyordu. Yine de kalemime mürekkep yürütüyordu, hiç tükenmiyordu.
Öyleyse diyordum, suretin müstakil varlığı olmadığını ispat edebilenler ancak Yunus gibi kendiliğinden söz söyler hale gelebilir. Kendi içinden çıkarabilirler sözü. “Ol” emrini kendinden kendine verdiklerini bilebilirler. Sadece veren kendi değil, sözü alan da kendi, söz de kendi oluyordur tabii.
Gelgelelim üstadım Tatcı bu tefekkürümle de sınırlandırmıyordu anlamı: “Şunu da bil, her sıfatta sûrete gelen kendisidir, öyleyse ağızdan çıkan söz de Hak’tır. Şu halde lisan ve o lisanın kaynağı olan gönül hikmetin yoludur.”
Böyle diyordu. Ne müthiş bir merhaleye davet ediyordu beni bu sözlerle. Benim gibilere demek istiyordu ki: “Ağzından çıkan her söz Hakk’ın bir tecellisidir. Sendeki Hakk hangi merhaledeyse oradan surete bürünüyor. Eğer ağzından benlikli sözler dökülüyorsa senin nefsindeki Hakk bilgisi o kadardır.” Ve demek istiyordu ki aynı zamanda: Ağzından çıkan ne varsa alnına yazılır. Yazgını kendi dilinle yazarsın.
Ne anlıyorduk? Sözü temizlemeden, gönül temizlenemezdi. Sözü temizlemek acaba benim gibi kelimelerde doğan ve yaşayan biri için nasıl mümkündü? Sadece düşünce, fikir, yorum gibi nefsin alt mertebelerinden söz söylemeyerek temizleyebilir miydim dilimi? Nefsimin tortularını, tozlu topraklı sözlerini sükût etmeden temizleyebilir miydim? Nerede sükût etmeli nerede sözü sarf etmeliydim? Kesin bilgiye (benliksiz söze) varabilir miydim?
Başa dönersek yeniden tefekkür için, üstadımın tabiriyle evet, dışı içidir varlığın. O halde söz, gerçeğin hem içi hem dışı nasıl olacaktı?
***
Sûret söz kanda buldu söz ıssı kaçan oldu
Sûrete kendi geldi dil hod hikmet dilidir
“Bazı yazmalarda beyit böyledir.” diyordu Tatcı üstadım. Beyitin bu okunuşunda da “dil” kelimesi ilk olarak gönül anlamında değil, “sohbet aracı olan lisan” anlamındaymış. Esas aldığımız dil kelimesi “söz” anlamının yanında Farsça “gönül “anlamına da alınabilirmiş. Zira lisan hikmeti anlamanın yolu olduğu kadar “gönül” de hikmetin anlaşıldığı bir merkez ve merhaleydi. O bunları derken tekrar dönüyordum. Nefsimin alt merhalelerindeyken nasıl olur da Yunusça’dan zevk alabiliyor, esinleniyor ve sürecin içinde nasıl yol bulabiliyordum öyleyse?
“Suret nerede söz buldu? Söz nerede surete dönüştü?” Bu iki farklı soru demek ki birbirine cevap imiş. Zira hikmet nerededir? El cevap: Aşıkların gönlünde doğar. Cevap buydu elbet. Seviyordum. Şevkimin kaynağı bendeki benden ibaret olmayan gerçekti! Benliksiz söze ulaşmak için bir ilk adımdı bu. Üstadımın anlamı yaran dil akışına girmiştim artık: Hazret-i Mısrî âşıkların diline (=gönlüne) Hû zikriyle hikmet dolduğunu anlatırken şöyle der:
Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar
Küntükenz’in haznesinden yana yana Hû deyu
Yûnus’un şiirlerinde “Hikmet” iki anlamda karşımıza çıkmaktadır diye devam ediyordu üstadım. Birincisi burada anıldığı gibi gönle gelen ilâhî bilgiler, diğeri aklın ürünü olan felsefe anlamındadır. Yûnus bu kavramı ikinci (=felsefe) anlamında kullanırken şöyle der:
İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra
Bu bir acâyib sırdır ilme kitâba sığmaz
Ya da şöyle der:
İlm-i hikmet okuyanlar aşkdan fakîr durur bunlar
Mansûr oldum asın beni hep dillerde söyleneyin
Yûnus bir yerde de “hikmeti tefekkür etmeyen insanın gönül sahibi olmadığını” söyler. Bu mânâda “gönül” ,insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır. İnsanın tamamlanıp gönül sahibi olabilmesi için mütefekkir olması şarttır:
Gönül müdür ol hikmeti kılmadı tefekkür
Yâ göz müdür ol yaş yerine dökmeye kanı
Cümleyi üstadımdan alarak tekrar ettim durdum: “Gönül, insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır.” Ne anlıyorum bundan? Eşyanın hakikati benim gönlümdeki hakikati bilmem için mevcuttu yani benim için. Eşya kendi hakikatini kendisi anlayamazdı, onu ancak insan anlardı.
Demek ki eşya, insanın hakikat merhalelerine bürünmüş olan kendi suretidir diyordum. Alemdeki her şey bizden birer suret olmalıydı. Üstadımın tabiriyle zerreden küreye… Tefekkür ederken cisimleştirirsem; gezegenlerden, gökadalardan içimizdeki hücrelere kadar her şey. O halde peygamberimizin “bana eşyanın hakikatini göster” niyazı bize müthiş bir ipucu bırakıyordu.
Bir seferinde mânâ bu ya, bir odaya giriyorum her şey havada yüzüyor; benimle kendi lisanlarında bir şey konuşuyorlar. Hepsinin canlı olduğunu görüyorum. İbn Arabi burada yardım ediyordu: “Her şeyin canlı olması, her şeyin konuştuğuna delalettir! “İşte benim gibi çocukluğundan beri kelimelerde can bulan biri için roman yazmak tam da burada anlamına kavuşuyordu. Varlığın bizimki gibi perdeli kulaklara dahi çalınan bir zikri vardı; eşyadan tınlayan bir ses, bir yankı vardı. İşte onu işitmeden duramadığım için yazıyordum.
Yazmakla işitiyordum. Tabii nefsimin kısıtlı seviyesinde, kısıtlı merhalesinden işittiğim için bütünü kuşatamıyordu kalemimden çıkan sözler ama işte ümit vaat ediyordu. Neden olmasındı?
Çocukluğumdan beri içimde saklı Yunusça burada, tam buramdan yarıyordu beni. Yazmamdaki kendiliğinden niyet; okunmaktan önce okumak, işitilmekten önce işitmek olmuştu hep. Yazmak; kendiliğinden ol nefesi çektiğimi, nefes olduğumu öğrenme ameliyesi olmuştu. Kırk yıldır yazıyordum, hatta yayınlamadıklarımdan başlarsak 45 yıldan fazladır yazıyordum ve daima bu dürtü, bu azim yönlendiriyordu beni. Acaba “emin bilgi”ye ulaşabilecek miydim? İçimden çıkarabilecek miydim onu? Bizzat söz olabilecek miydim?
***
İmdi Yûnus ne diyorsa hep hocamdan devam ettim işitmeye:
Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu
Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur
“Yani söz sûrete ulaştı, sûreti harekete geçirdi; sûrete dönüşen de bu söz idi yani sözün sahibi idi.”Böyle bağlıyordu üstadım. Sözün sahibi kimdi?
“Hikmeti bilen ve dili hikmetli söz söyleyen âdem-i mânâ yani insan-ı kâmildir. Âdem-i mânâ Allah’ın halîfesi olduğuna göre Cenâb-ı Hak henüz gönlü ölü yani bâtını uyanmamış olan sâliki onun dölleyici kelâmıyla diriltir. Bu diriltici kelâm risâletin hâsılıdır, yani ürünüdür. Aslına bakılırsa risâlet sahibi de Hakk’ın kendisidir. Sâdece sûrete bürünmüş olduğu için dünya gözüyle fark edilememektedir.Sûret yani sâlikin vücûdu, söz ile yani kendini diriltici olan söz ile ilk defa ne zaman tanıştı? Aşk meclisinde! Siz buna bezm-i elest de diyebilirsiniz artık…”
Üstadımın her vesileyle hatırlattığı yerdeydik işte. “Ol” emrine itaatin neresindeysek, ‘elest’imizdeki sözün ikrarı oradaydı. Neye evet demiştik, ne kadarını tasdiklemiştik? Nasıl tamamlanacaktı söz ve dirilecekti? İnsan-ı kâmilin sözünü işitmek sadece bir merhaleydi. Ya sonrası?
Üstadım devam ediyordu: “Şu halde âdem-i mânâ olan insan-ı kâmilin sözü, hikmetli sözdür. Bu söz, ‘ol’ emri olup hayata dönüşür, sûrete bürünür. Hakk’a yakın olanların sûretine değdiğinde hücrelerinden geçip câna ulaşır ve onu uyandırır. Öyleyse Yûnus “Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur” derken şunu demek istiyor:
“Ey Hak ile dostluk kurmak ve ebediyen dirilmek isteyen kardeş! Senin sûretine insan-ı kâmilden değen söz, başkasının sözü değil Hakk’ın sözüdür. Sûrete değen de gelen de kendisidir. Söz de hakîkatin bir sûretidir. Sen bütün bu hakîkatleri, gönlüne doğan hikmetle anlayabilirsin. Zira hikmet, dil ile anlatılsa da gönülde doğar. Velhasıl, insan dil ve gönülden ibarettir! Dili ve gönlü terbiye edilmeyenin geleni gideni anlaması mümkün değildir!”
Üstadım bunları açarken neden Yunusça’nın bendeki kelime azmini bir vakit sırladığını anlamaya başlayacaktım. Kelimelerin peşinden giderek hiç kimseye danışmadan, kimseden etkilenmeden Kehf suresinin 65’inci ayetindeki “ledün” kelimesiyle çarpışmıştım. Musa-Hızır kıssasındaki Hızır kelimesinin peşinden o kadar çok koştum ki nerelere götürdü beni, ne romanlar yazdırdı…
Meğer elest bezmindeki “belî” sözümün peşinden gidiyormuşum, onu dudaklarımın arasından çıkaracağım an için yazıyormuşum. Bilmeden hayal ederek, rüya görerek…
İkrar anlamına gelecek olan tasdik, kelimelerin içinde yaşayan benim gibi biri için susmadan mümkün değildi. Sözün sahibi kadar sözsüz kelamın da sahibi “bir” imiş! Hızır’la Musa’nın yolculuğu sürüyordu ama bu merhalede yazmayı sırladım.
Sûretler ün diyemez söz kendisiz söylenmez
İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır
Üstadım bunu şöyle açmıştı: “Sûretler müstakil birer varlık olmadıkları için kendiliklerinden seslenemez; söz kendisiz olmadan yani Hakk’ın kudreti, tecellîsi olmadan söylenmez. İşler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeyle yani bir sûretten kendini gösterir.”
“Vücûd Hakk’ındır” diyordu ve nihayetlendiriyordu: “Sûret ve sûretlerin kendilerine mahsus müstakil vücûdları olmadığından kendilerine mahsus bir sesleri de yoktur. Sıfât zâttan ayrı düşünülemez. Sözün ‘kendisiz’ yani sahibi olmadan söylenmesi mümkün değildir. Sûret zâta perde olduğu için sözü söyleyen ve davranışları gerçekleştirenin sûret yani insan olduğu sanılır. Halbuki bütün oluşlar, söz ve davranışlar risâlettendir. Her oluşun arkasında risâlet gücü vardır. Fakat sıfatlarla perdelendiği için, işlerin iç yüzü bilinemez. Başka bir ifadeyle bütün işler ve oluşlar sûretlere bürünen birer risâlet sırrıdır. Bununla kastedilen şey, ilk nûrdur.
Varlık bu ilk nûrun açılmış şekli, Hazret-i Peygamber de bu ilk nûrun en mütekâmil zuhûrudur. Eşyâ denilen tafsilat bu ilk nûra verilen ‘Kün’ (ol) ilâhî emriyle meydana geldiği için bütün işler ve oluşların kaynağı risâlettir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse varlık risâletten yani resûlden ibârettir.
Resûl bu ilk nûru taşıyandır, nebî ise bu sırdan haber veren kişidir. Söz Hak’tır fakat risâlet sırrı nebî ve onların vârisleri olan kâmillerin diliyle dilden dile, gönülden gönle aktarılır. Başka bir ifadeyle işler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeden yani bir sûretten kendini gösterir. Öyleyse Yûnus ‘İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır’ diyerek bizi çokluktan birliğe çekmeye çalışmakta, oluşun kaynağını göstererek vahdette tutunmamızı istemektedir.”
Evet, sus Yunusçası müthiş bir ses işittiriyordu üstadımın sesiyle. Kelimesiz bir ses, benliksiz bir nefes. Yoksa açarken nasıl örtecekti kendini? İşte Yunusça böyle konuşuluyor böyle işitiliyordu. Aşkın olduğu yerde söz bitiyordu.
Varlığın anlamı kelimede değil harfteydi. Ama dil hikmetin yolu olsa da yolculuk kelimeye sığmıyordu. Harfe dönmek, dürülüp bükülüp noktada susmak ve yok olmak gerekiyordu. Öyleyse benlik “aradan” çıktığında yani huy sükût ettiğinde “Hu” nefesiyle canlanan söz kendinden kendine ‘ol’maya devam edecekti.
Bir cevap yazın