YERYÜZÜNDE YALINAYAK

İçten dışa, dıştan içe; seferlerimiz…

Yeni yılın ilk yazısı Leyla İpekçi’nin kaleminden.

Dünya, bütün hikayemiz burada, yol arkadaşlığımız. Çıkıp gidemeyeceğimiz içimiz dışımız. Kimine cife, zindan, cehennem. Kimine cennet. Kimine ateş kimine bahçe. Bir ömür, yeryüzünde yalınayak bir yürüyüş. İçten dışa, dıştan içe, batıdan doğuya, Napoli’den, Roma’dan, İstanbul’dan, Anadolu’dan, Şiraz, Kahire, Beyrut’tan geçiyor, insanların arasından. Dünya’nın ortasından. Hira’da genişleyen, Kudüs’te yükselip, Medine’de sakinleşen bir yürüyüş.  Yalınayak, tabi ya! Ayakkabıları çıkarmadan geçilmez bu vadiden. Yıkılıp yapılarak. Yeryüzünden yar yüzüne. Ansızın o şehre varmak için. Onca şehirden gönül şehrine.

“Ey gece nelere kadirsin!

Sırrını içine atıp dışında yol bulanlara! Yeryüzünde yalınayak… Tan vakti ağarana dek. İster farz niyetine ister nafile… İyi sabahlar. İyi yıllar. Günaydın.”

Leyla İpekçi
ABAD Blog için yazdı.
01.01.2022

YERYÜZÜNDE YALINAYAK

 

Yaş 55 olunca yılbaşı anıları belleğin bahçesinde boy atacak yer aramaya başlıyor. Evet, anılar da bizimle birlikte yaşlanıyor. Geçmişin takvim yaprakları atıldıkları yerde iç içe geçiyor, senelerle saatler, aylarla dakikalar birbiri içinde eriyor.

 

Şimdi yılın son gecesi. Tabii hangi takvimde yaşadığımızla ilgili bir çerçeveleme bu. Hangi takvimde yaşarsak yaşayalım, gönül takviminde sadece “an” var.

Neyi çağırıp hatırlamak, neyi özlemek istiyorsak ya da neyi unutmak veya örtmek istiyorsak, gönül kendi takviminin birimine bütün yaşananları uyarlıyor.

 

1994 yılına bir kız arkadaşımla birlikte neredeyse Napoli’den Roma’ya giden bir banliyö treninde girmek üzereydik. Trenimiz arızalanmıştı. Elektrikleri gitmiş, iki buçuk saat boyunca ıssız bir taşrada kalakalmıştı. Buz gibi havada, zifiri karanlıkta, vagonumuzdaki tanımadığımız taşkın İtalyanlar’dan biraz da çekinerek titremekteydik.

Yeni yıla dakikalar kala tren istasyona varabildiğimizde yolculardan çılgın gibi alkış kopmuştu. Fakat sokaklarda kim varsa çoktan lokantalara doluşmuş, tek başımıza yolun ortasında, ağzına kadar dolu mekanlara kabul edilemeden, öylece kalakalmıştık. Neden sonra cesaretimi toplayıp bizi içeri alması için yalvardığımız lokanta şeflerinden biriyle Fransızca’dan devirerek kullandığım çat pat İtalyanca’yla anlaşmayı başarmıştım. Ve yılbaşı kutlamaları bitmek üzereyken ‘spagetti bolonez’imizi çatalımıza dolayarak mideye indirmeye başlamıştık.

 

Yine böyle gazetecilik yıllarımdan birinde, belki İtalya maceramızdan bir iki yıl sonra, bütün çalışanlarımızla birlikte İstanbul’dan Ankara’ya yılbaşı için yola koyulacak olan özel vagonlardan birini kiralamıştık. Hayatımda unutamadığım bir yolculuk olmuştu.

Uzun zamandır birlikte çalıştığımız kişiler arasındaki kıvılcımları, kör noktaları tetikleyen, hatta dönüştüren bir terapi oyunu oynamıştık. Metaforlarla, benzetmelerle dolu. Yer yer çıngar çıkar gibi olduğu anlarda birbirimize sarılıp teselli bulmuştuk. Ertesi sabah ne kar kalmıştı ne soğuk. Güneşli bir Ankara sabahı kendimizi Ankara kalesine tırmanırken bulmuştuk. Açık havada yaptığımız piknik de unutulmazdı.

 

Gençlik yıllarımdan da bir yılbaşı gecesi hatırlıyorum. 1982 veya 83 olmalı. Lisa çağları. Dışarıda sıkı yönetim sürüyor. Lapa lapa kar yağıyor. Yakın komşuların gençleri bir araya gelmiştik. Fakat gece uzadığı için polisler kapıya dayanmış, dağılın artık diyerek bizi epey korkutmuşlardı. Bir müddet sonra ise sofrada hep birlikte oturuyor, çay içip sohbet ediyorduk.

2000 yılına girerken kayınvalidemlerle birlikte, eşimin İzmir’deki çocukluk evinde, kalabalık aile sofrasındaydık. Ertesi sabah erkenden Efes, Priene antik kentlerine ziyarete gitmiştik. Arkaik kültürler üzerine tefekkür ederken dünyanın çoktan taşlaşmış devirleriyle bir olmuş, toprağın örttüğü geçmişteki insanlık tecrübelerine kendi iç dünyalarımızın hayallerini de -sanki yepyeni bir devre girmiş gibi- eklemiştik. Evleneli bir iki yıl olmuştu henüz. Dünya gençti, anılarımız tazeydi.

 

****

 

Yılbaşı anılarından başladık ama zaman dönüp dolaşır, bir bakarsınız bütün açık uçlu daireler meğer noktaymış dersiniz. İşte bunu ispat edene kadar içimizden dışarı, dışımızdan içeri maddi manevi seferler gerekiyor. Başlangıç ile sonlar birbirine bağlanıyor, ezel ile ebed anda dürülüp bükülüyor. Yılbaşı ile yılsonu gönül içre bir an.

Yaşlanmış anılarla devam edeyim o halde.

 

Medine’de ensar bir ailenin evine ziyarete gitmiştik. Yüksek tavanlı, penceresi yukarıda, sediri rahat, mutfağı genişti. Işık huzmeleri yukarıdan içeriye düşüyor ve içerisiyle dışarısı arasında bir devri daim olduğunu hatırlatıyordu.

Aynı hissi Şiraz’da bir tarih müzesinde de yaşadım. Tıpkı camilerdeki gibi. Işığın dışarısıyla içerisi arasında bir tür bağlaç olduğunu ve üzerime düşen her huzmenin güneş mecazıyla bize ulaşan asıl kaynağı temsil ettiğini oracıkta duyumsuyordum.

Gecenin içinden gündüzün çıkması gibi içe içeydi insan gerçeği. Dışarısı da içeriydi.

 

Buna mukabil Amsterdam’da bir tarihi binada girdiğim dairede kocaman sütunlar, kirişi yüksek kapılar, süslemeli sütunlar arasında dolanıp durdukça kendimi bir aksesuar gibi hissetmiştim. Avrupa’nın katedrallerinde olduğu gibi.

Değil iç içe olmak, hemhal olmak filan; kendimden menkul, fark edilmek için yapılmış bir nesneydim. Öznesini yitirmiş bir nesne. Tıpkı Paris’de kaldığım evin bahçe kapısından girerken bir anda fark ettiğim gibi: Kapının toplam metrekaresi benim kaldığım dairenin metrekaresinden daha genişti. Devasa kapıların ardında tıklım tıkış hayatlar!

 

Hayatın içerilerden daha net göründüğünü çocukluğumdan beri bilirim. Bir romanımda mutfakta yemek yapan kadının pencereden gördüğü gerçeği haber kanallarının muhabirlerinin göremediğini epey dilime dolamıştım.

Mazgallardan çıkarak şehrin sokaklarında fink atan genç fare ölüleri, yaşlı fare ölüleri!

Böyledir işte. İçerilerde açan bir saksı çiçeği kokusunu salar durur, dünya duymaz.

Batı’da beni en rahat ettiren iç mekanlardan biriyse Brighton’da kaldığım İngiliz ailenin eviydi. Anglosakson kibarlığının ardında yatan tahakküm ve sömürgeciliği gençken ne kadar ölçebiliyordum bilmiyorum ama Britanyalı ihtiyar bir ailenin evinde, okyanusa açılan bir kasabada, 80’lerin başında yine de dünyanın iç haline gölgeliğini düşüren ev yapımı bir huzur bulmuştum.

 

 

…..

 

Dünyanın doğularına gittikçe düzenli hız dünyası yerini usul usul bir karmaşaya bırakır. Görünmek ve fark edilmek dürtüsüyle donanmış benlikte görünenle gören arasındaki ayrım silinmeye başlar.

Neonlu kaldırımlar, birörnek budanmış ağaçlar, yaldızlı vitrinler ve ılık çikolata kokulu bulvar kafelerinden çıkar, kekik nane zerdeçal kokuları arasında dar sokakların kalabalığına karışırsınız. Tezgâhtarlar, işportacılar, antikacılar, seyyahlar, öksüzler, zengin iş adamları derken uzayıp gider iç içe kalabalıklar.

Kubbeli çarşılarda kümelenmiştir gündelik hayatın akışı. Bastonlu ihtiyarların hesap üzerinden atışmalarına, pazarda bahçesinin ürününü satan emektar takunyalı teyzelerin telaşına rastlarsınız, başınız tavana değecekmiş kadar yakın olursunuz.

Eski sokakların, taş yolların, tarihi binaların arasından saklanır gibi girdiğim Halep çarşısından aldığım pamuklu elbise de iç mekâna dâhildir mesela! Elbise için ‘kardeş indirimi’ diye diye yaptığımız pazarlığı unutamam. Halep harap oldu, onlarca can katledildi, hâlâ giyiyorum o elbiseyi.

İç mekânların tozu çeri çöpü gönlümüzün yansımasıdır aslında.

 

Kahire’de bir apartman katında ziyaret ettiğimiz sivil toplum yöneticisi hanım evinde yediği çekirdeklerin kabuğunu yere atıyordu, bakakalmıştık. Minibüslerin otobüslerin içinden dışına ve üzerine sarkıyor, üst üste yığılıyordu yolcular. Çamurlu sokaklardan tozlu evlerine giriyorlardı. Hele mezar ev adı verilen bölgede iç ile dış arasındaki ayrımsız hayatın tortuları nasıl da yakıyordu bakanların içini. Nil nehri dahi bulanıktı.

Kahirelilerin El Ezher’in avlusunda fetva makamlarına danışırken çöp ile kurduğu ilişkinin gündelik hayatın orta yerinde iç ile dış arasında bir ayrım yapmadığını anlamıştım. Hey gidi El Ezher’i bir dönemin!

 

Gelgelim Akdeniz kenti İskenderiye’de ya da Beyrut’un bazı steril semtlerinde hayat daha billursuydu. Gençler kalender meşrep, neşeli ve içten dışa içe akışkan haldeydi.

Beyrut’ta iç savaştan beri onarılamayan pek çok binada yaşayan aileler derme çatma dairelerinde kendilerini bahar sıcağında balkonlara atmıştı. Mahrem ölçüsünü bozmamak için bütün balkonlar perdelerle, paravanlarla, kafes veya örtülerle kapatılmıştı.

İç ile dış’ın anda gündelik hayatın tamamını kuşattığına tanık olmak çok çarpıcıydı.

Herkes dışarıdaydı ama dışarıdakilerin saklandığı yer hep içerisiydi.

 

***

Ama asıl Kudüs! En müthiş iç dış kavuşma mahalli orası olmuştur benim için. İçeriye girdikçe, dışarısının da içeriye dâhil olduğunu fark etmeye başlıyorsunuz Kudüs’te. Her yer İsevî, Musevî, Muhammedî nefesle doludur ve türbelerden mezarlara, mabetlerden meydanlara yeryüzünde yalınayak gezebilmenin imkânlarını döşüyorsunuzdur attığınız her adımda.

Derken Anadolu’nun tek kişilik namazgâhları, adı sanı bilinmeyen azizlerin yatırları, metruk kiliseler, şahadet makamları, türbeler, Meçhul Asker Anıtları, Son Kurşun Anıtları. İçerisi mi dışarısı mı hiç bilinmeyen gönül evleri…

 

Sumela manastırına tırmanan her milletten insanla bir arada, dağdan dağa yeşilliklere doğru kaybolup gittiğim bir yaz ikindisini hatırlıyorum. Her meşrepten insan, kan ter içinde zirveye doğru çıktıkça aslında içeri giriyorduk.

Sisin içinden, kendi gönül âlemimizin derinliklerine tırmanıyorduk.

Tıpkı Mekke’de tepedeki Hira mağarasına tırmanırken hissettiğim gibi. Ama fazlası da var. Hira, tek kişilik bir mağara. Bir sembol. İç mekânın kâinat kadar geniş olabildiğine içine girince tanıklık ettim. Eşyanın hakikati usulca açılıyordu. Kâbe çok aşağıda bir yerlerde kalmıştı, âlemlerin gözbebeği kâmilin nefesinde şahadet ile gayb bir olmuştu.

Bizimle konuşan ve bizim konuştuğumuz, bize bakan ve bizim baktığımız Nur dağının eteklerinden aşağıya, varlığın sırrına açılıyordu kaldırdıkça perdeleri.

 

Geçen gün sık sık kullandığım Üsküdar Beykoz motorundan inerken yanımdaki yolcu iç çekti: “Şu motorda giderken İstanbul her şeyiyle dünyanın en güzel şehri diyorum. Otobüste giderken ise tam aksini diyorum!”

Bütün yolculukların dönüp geldiği, bütün ikiliklerin birleştiği diyar. Yâr evi. Gönül. İstanbul işte, zâhirle bâtının yekvücudu.

İç yolculukların aktığı Boğaz, doğu ve batıların buluşup içe sefer ettiği merkez, âfaktaki delillerin enfüste ispatı. İster motorla geçin ister otobüsle, yayan. Dış hatlar yolcusu her kapıdan iç hatlara sizi illa yollar.

İstanbul; maddenin de mânâ olduğunu bir Boğaz motorunda size taşıyan bir sır şehirdir. Manevi seferlerimizin iki yakası. Kitabın bitmeyen sayfası. Dalından kopmayan yaprak. İçten dışa, dıştan içe sonsuz tabirli rüya.

 

***

 

Hadi başladığımız yere dönelim, yılbaşı üzerine yazdığım yazıdan ilhamla noktayı koyalım:

 

Yılın son gecesi… Karanlığın gözlerinde bir mum yanıyor geceleyin. Yaklaşıyorum, görebilmek için yüzünü. Bir pervane gibi, mum alevine vurgun, yüzündeki gölgelerin kıpırdanışını seyrediyorum.

Senin yüzün, içinde her şeyin. Evvelinde, sonrasında.

Mumla dost olmuş gönlü kırık pervane dedi ki: “Gündüzü ne yapayım? Benim gündüzüm sevgilimin yüzündeki parlaklıktır. O olmayınca gündüzüm karanlık gece olur bana.”

Kendi bahtına sesleniyor pervane. Ateş haresinin çekim gücüne kapılmış. Yaklaş, daha da yaklaş komutuna amade. Kaderini seviyor. Yâr yüzüne müptela, ıstırabını zevk edinmiş. Ateşini bahçe yapmış. Ama yüreğindeki yangın sinesini tutuşturup alevlendiriyor. Mumun yanı başında, onun alevinde usul usul eriyor, küle dönüyor.

Yeryüzünün en cılız alevli mumu ise yılsonu nöbetinde. Yandıkça kendini eritiyor. Kendi ateşine mahkûm. Mum ile pervanenin zaruri dostluğuna gece şahitlik ediyor. Tutuşan sineler arasında bir yerde, bir vakitte, pervane yârinin vuslatına erecek.

Ey gece nelere kadirsin!

Sırrını içine atıp dışında yol bulanlara! Yeryüzünde yalınayak… Tan vakti ağarana dek. İster farz niyetine ister nafile… İyi sabahlar. İyi yıllar. Günaydın.

Diğer Yazıları

BENLİK KİBRİ; ÖĞRENMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL

Ben bilirim egosu. Bilmeyi kartvizite, unvana, diplomaya, sertifikaya sıkıştırmak.  Kendimizi bilmekten, varlığa faydalı olmaktan çok adımızdan söz ettirmek, unvan, itibar, makam için  öğrenmek. Leyla İpekçi öğrenmenin, bizi aslımızla sürekli irtibat [...]

ÖĞRENMEK KALPTEN KALBE GEÇİŞTİR

ABAD Blog'da Genç Bilgeler diye bir köşemiz var. Leyla İpekçi'nin iki yıl önce kaleme aldığı ama hala dün yazılmış gibi güncelliğini koruyan bu çok önemli yazı dizisinden derlenen kesitler işte [...]

ÇÜNKÜ HARFLERDE “İNSAN” SAKLIDIR

"Yazarken hep sevdiğimle beraber olmak için yazarım. Aşk duygumun tecellisi bu yüzden yazmakla zuhur eder. Yıllar içerisinde dünyaya, hayata ve insanlığa dair en dip manâları hep kalemimin ucundan sayfalarıma indirdikçe [...]

YUNUSÇA’YA YUNUS ÖDÜLÜ

Şairce konuşarak sözü kitaba döküyordu her yaştan dertliler. Nitekim Yunusça’nın babası tabir ettiğim hocam Mustafa Tatcı da burada ikincisi düzenlenen uluslararası şiir ve edebiyat günlerinde Yılın En iyi Yunus kitabı […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir