Size bu buluşmamızda biraz nefes aldırayım. Örnek niyetine kendimden bir romancı olarak tecrübeler aktarayım. Ne de olsa devam edegelen bu yazma atölyesinde muradımız yazmanın tekniklerini öğrenmek değil, her birimizin içinde kişiye özgü bulunan yazma kuvvesini güçlendirecek motivasyonları belirlemek.
Katılanlara da kendi serüvenlerinde eşlik edebilir bu yöntem. Tabii dilin edebine, ifadelerin üslubuna dair edebiyat adına dertli olanlara…
Roman yazmanın ilk motivasyonlarından biri benim için hayatı bütünleme dürtüsüdür. Akıp giden zaman nehrinde sürüklenen ne varsa, onları bir edebe, bir düzene koymak ve kendi tahayyülümdeki haline uygun olarak yerleştirmek isterim. O nehirde yosun ya da alabalık, çakıl taşı ya da çerçöp akar gider. Bunları bir ahenk içinde işitmeyi bekler, kendimce bir üslup içinde görme (o akıntının içinde olma) ihtiyacı duyarım.
Ve her şeyi ancak kelimeler ile dillendirdikçe canlandırabildiğim bir dünyada yaşarım. Kelimeler üzerinden hayatı dizmeye, iç dünyamda dönüştürerek ifade etmeye çalışırım. Başka bir deyişle, dışarıdan aldığım ne varsa, içimde öğütür, kelimelerle giydirir ve yeniden içimden çıkarırım.
Kelimeyi içime çeker ve yine kelime üflerim dışarıya. Çünkü kelimede anlamlarım saklıdır. İnsan saklıdır. Bu devri daim kendimi bildim bileli devam etti.
Zahirde bana çarpan ne varsa kendimden bir uzantı veya bir yansıma olarak gördüğüm içindir ki, aslında her baktığım “şey”de kendi hikayemi okurum, işitirim. Onu yazma eğilimimin bu sebeple önlenemez bir zaruret, bir mecburiyet olduğunu bilirim. Çünkü bir yazar olarak ilk romanımdan beri dış dünyanın gerçeklerine iç dünyamın metaforlarıyla anlam verdim. Bunun altını özellikle çizeyim.
Hep böyleydim, evet. Bir “şey”in içinden geçmek, ona yaklaşmak, onunla hemhal olmak, ancak ve ancak onu kendimden bir “şey” olarak algıladığımda mümkün oldu. Baktığım her “şey”de kendimi merak ettim, dış dünyamdaki kelimeler aracılığıyla hep kendimdeki bu sırrı keşfetmek istedim. Onu çözmek ve içinde insanlığın değişmeyen özünü bulmak, bu gerçeği iç sesimle dillendirmek istedim.
***
Evet çocukluğumdan beri başka hiçbir derdim olmadı. Hayatımda hangi işe girdiysem hep yazma niyetimi gözeterek girdim: Dergilerde stajyer muhabirlikle başlayıp, genel yayın yönetmenliğine dek çeşitli kademelerinde çalıştım. Gündelik gazetelerin mutfağından salonuna, bahçesinden çatısına pek çok bölümünde çalıştım. Tabii daima yazmak da eşlik etti bu mesailerime. Günlük, haftalık ve aylık periyodlardaki yazılarım 35 küsur yıldır devam ediyor.
Fakat üniversitede sosyoloji bölümünü kazandığımda da tek yaptığım “şey” yazmaktı. Bizimki gibi bölümlerde çoktan seçmeli bir sınav anlayışı olamıyordu malum. Ondan önce de aynıydı. Yazmayı ilk öğrendiğimden beri devam edegelen bir kesintisiz eylem. Daimi zikir misali oldu hep benim için yazmak.
Yalnız bir çocuktum, ailesiz, kimsesiz ve bitmeyen bir şiddet sarmalı içinde ayakta kalmaya çalışırken tek tutunduğum kelimelerdi. Sadece içimi dökmek veya yalnızlığımı bastırmak için değildi bu. Dediğim gibi, önlenemez bir zaruret, bir tür mahkumiyet idi yazmak benim için. Çünkü yaşamak yetmiyor, yaşadığımı dönüştürmek ve anlam bulmak istiyordum.
***
Zamanla şeyleri yerli yerine koyma arzumun altında adalet ihtiyacı yattığını fark ettim. Halbuki her şey her an yerli yerindeymiş. İşte kelimelerimin ağzını açan öncelikle bunu idrak etme arzumdu. Hep tanıştığım kişilerle, yaşadığım acı tatlı olaylarla, öğrendiklerimle, korku ve arzularımla, rüyalarımla, kısacası hayatın kendisiyle özdeşleşme, zamanı kendi ânıma getirmekle yükümlüymüşüm gibi yaşadım.
Bu tamamlanma arzusu, bir olma, kavuşma şevki veriyordu bana. Adalet zaten örtüşme, buluşup kavuşma, hemhal olma, birbirinde tamamlanma, bir olma, tevhid etme demekmiş. Şeyler yerli yerinde olunca adalet olurmuş. Her şey ile her şey arasındaki bağ kurulunca, her şey bir şey imiş. Yazan, okuyan ve yazı buluşunca “Allah vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu” hadisinin tefsiriymiş tüm yazılanlar ve benim aşka ve irfana yolculuğumdan süzülen niyet ve amel de elan bu imiş.
Denilir ki, olumlu olumsuz her ne olmaktaysa zaten sırf olmakta olduğu (başka bir seçenek kalmadığı) için yerli yerindedir. Olanda hikmet vardır, Hak vardır, velakin bizim bunu kabullenmemizdir zor olan. Bunu anlamaya başladıkça edebiyatla ilişkim de değişti. Artık daha bilinçli bir şekilde bir yazar olarak neden kelimelerin miracını gerçekleştirme arzumun kaçınılmaz olduğunu, bunca pratiğin kuramını yaparak paylaşmaya başladım.
***
Kendini yazmanın ve giderek kelimelerin ardında büyük harfli Kendi’ni yazmanın motivasyonunu içimizde canlandırarak bir İnsan romanı yazma ameliyesini yazarın halis niyeti belirliyor. Ünlü olmak için, para için vesaire gibi niyetler bu atölyenin ruhuna bu sebeple aykırı.
Neye niyet ettiği yazarın en önemli motivasyonudur bence. Evet, bu altıncı buluşmamız. Yazma atölyemizin amacı, yazarak kendini / İnsan’ı inşa etmek. Tabii kelimelerle ne kadar olabilirse. (Zira denilir ki, kelimeler de hakikatin elbise giymiş suretleridir.)
Roman yazmak, romanın dilinde nefes almaktan geçiyor bu atölyede. Diyebilirim ki yazmanın ilk dürtüsü, kendindeki “asıl olan”ı keşfetme niyeti olursa bu atölyenin bir anlamı olabilir, yoksa her yazıda karşınıza çıkardığım sapaklardan elbette dönebilirsiniz.
Her yazılan cümle, sizin gerçeğinizden bir surete bürünerek farklı kahramanlara, olaylara dönüşebilir ama dediğim gibi, öncelikle kendi iç dünyanızın gerçeğini taşıdığını bilerek yaşayayazarsınız bu atölyede.
***
Yazma motivasyonunda kavuşma arzusu ile adalet ilişkisinden bahsediyordum yukarıda. Kavuşma arzusu benim için çocukluğumdan beri o kadar kaçınılmazdı ki, her baktığım zerrede yazmakta olduğum bir roman taslağının kelimelerini okurdum. Çünkü her an can defterimde cümle cümle yazılmakta olan bir “şey” vardı.
Ve o “şey”e ait bir bütünü temsil etmesi hasebiyle her şeye o nazarla bakar dururdum. Her şeyin her şeyle bağlantısını ta çocukluğumdan beri yazarak kurardım. Bir romandan diğerine hiçbir okurumun keşfedemediği ipuçları bırakmışımdır. Satır aralarına ektiğim ata tohumları, diktiğim işaret ağaçları okundukça yeşerir durur.
Aslında kabımca her şeyi yazmışımdır, kelimelerin arasına, içine, altına, görünmez aurasına insanlığa ait keşfettiğim en müthiş sırları kendi kuşdilimde yerleştirmişimdir, özenle estetize ederek imgeleştirmiş, mecazlara dizmişimdir. Bunu benden başka kimsenin bilemeyeceği bir şifreli dille ve hiçbir şekilde kuramsallığını düşünmeden yapıp durmuşum.
Bir kısım okur bu hal dilinden sıkılır, anlamaz, fazla yoğun bulur. Bir kısım okur da defalarca okuyup zevk alır, imgelerin içinde kendi gerçeğini bulur. Evet her şeyi yazmışımdır örte örte, yazılmayacak hiçbir fikir, düşünce, sezgi, his, hayal, hiçbir yargı, hüküm bırakmamışımdır. Ama yıllar sonra gördüm ki, her şeyi yazarken hep bir “şey” yazmaktaymışım. Bağlılıkların ardındaki yine tek bağ imiş bizzat kendini yazdıran: Sevgili’nin dilinden yine Sevgili’yi ifade etmekteymişim. Çünkü kavuşma ve adaleti gerçekleştirme arzumuzun altında “Sevgili olma” dürtüsü yatıyormuş.
***
Her “şey” sevgilidir benim için. Bu yüzdendir ki her romanım bir insanın (anlatıcı karakterin) iç dünyasında geçer, her olay onun dünyasını canlandırmak, onu anlamak, ona yaklaşmak için vukuu bulur. Onun biricik nefesinden dürüp bükülür kelimelerin anlamı.
Yazarken hep sevdiğimle beraber olmak için yazarım. Aşk duygumun tecellisi bu yüzden yazmakla zuhur eder. Yıllar içerisinde dünyaya, hayata ve insanlığa dair en dip manâları hep kalemimin ucundan sayfalarıma indirdikçe aldım. Yazarken öğrendim. Sevgili’nin dili, kalemin iniş kalkışlarıyla can defterime öyle açık ve örtülü müjdeler fısıldadı, öyle canlı bilgiler yolladı ki, kalemin secde ve kıyamı oldu tüm yazılanlar.
Evet bu da oldu. Yaza yaza hayat arkadaşıma kavuşmuşum. Yaza yaza İslam’ın kalb dairesine girmişim. Yaza yaza kâmil insanın kuşdiline yuva yapmışım. Yaza yaza, her zerrenin şükrünü eda etmekteymişim.
Şimdi yine bir romanın içinde yaşıyorum. İçinde olmanın zevkiyle öyle dalıyorum ki, kelimeler ne kadar birbiriyle buluşup yeni anlamlar doğursa da yetmiyor. Hep yüreğimden taşıyor. Biriksinler diye susuyor, yazmıyorum. Yazmamak müthiş bir ilham veriyor. Benim gibi her anını eline kalem almasa da yazarak anlamlandıran (yaşayan) bir yazar için asıl olarak yazmamak esin veriyor!
Evet edebiyatın içinde nice açılmamış sırlar var, kalemin mürekkebinde henüz hokkadan çekilmemiş nice kelime terkipleri var. Üst üste yığılan anlar ömrümüzden yitip giderken her seferinde kendi yokluğunu anlamlandırmaya çalışan taze bir aşık var. Ve hiç silinmeyen, hep mevcut olan izlerinin aynasında onunla kesintisiz hemhal olan Sevgili var.
Bir yanıt yazın