1200’lü yıllar, 13. yüzyıl ortaları, cehenneme düşmüş bir dünya var karşımızda. Urumeli toprakları üstünde; Atası Selçuk Bey ve Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın izinden giden, yiğit, akıllı, dirayetli bir sultan hüküm sürüyor. İsmine Alâeddin Keykubat denmiş. Konya ve Sivas’tan, Orta Asya’dan gelen imdat çığlıkları duyuluyor. İnsanlığın üstüne; zalim, acımasız bir Han’ın nefesindeki kanın kokusu yayılıyor. Müslümanların üstüne kara bulut misali korku çökmüş. Candan olmak kolay ama sevdiklerini, yarınlarını, mütecâvizin eline teslim etmek ise pek zordur. Gelen gelmekte, herkes farkındadır. Ama asıl mesele yurt dediğin toprağı, sevdam dediğin toprağı sağlama almak. Zalimlerin sonu elbet gelir ama yurt elden gitmeye görsün, irfan gitmeye görsün, adın kalmaz kâinatta. Unutulan bir millet olur çıkarsın. Bir kitap sayfasının köşesinde yazılmış kelimeden ibaret olursun.
Alâeddin Keykubat, Türk milletine musallat olacak belayı önlemek için elinden gelen gayreti gösterir. Anadolu’da bu koca sultan, pusatları; demir ve ok olan süvarilerin yanı sıra ilim ve irfan zırhlarını giymiş, dervişler, mutasavvıf ordusuyla savunmasını kuvvetlendirir. Yûnus Emre, Ahi Evrân, Mevlânâ, İbn Arabî, bunlardan bir kaçıdır. Özellikle fütüvvetle özleşmiş olan Ahiler, bu Moğol belasıyla var gücüyle savaşır. Ama ah o nefs yok mu? Bizi ele geçirip, kendisine kul köle eden büyülü elma; Moğol denen canavarın bir kolunu Alâeddin diğerini Celâleddin Harezmşah tutmuş, zincire bağlamışken ortaya çıkmıştır. “Ben” kisvesine bürünmüş, kabarmış, gökyüzüne uzanan heybetli vücudu ile bir cihangir kılığında, bu iki Türk kahraman sultanın yanına varmış. Ekmeğe, suya, kokulara, yemeğine, büyülü elmadan karıştırmış ve bu iki yavuz sultana zevk-ü sefa içinde sunmuş, yedirmiş, içirmiş. Sonunda Alaeddin Keykubat birçok irfan sahibi, ilim sahibi; aklı selim, fikri selim beylerini öldürmüştür. Bu iki sultan da ortak düşman yerine dövüşmeye başlamışlar. Sen-ben kavgasının ortasında, canavarın eli kolu boş kalmış. Elbette artık önündeki engelleri aşması kolay olmuş. Alparslan’ın özenle alıp fethettiği, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın yeşerttiği, Kılıçaslanların Salipler’e aman vermediği bu huzurlu topraklara sızmış. Sızmamış, bir ateş topu şeklinde gelip yakıp kavurmuş.
Millet perîşan, aç sefil yaşarken onlara umutları aşılayan ulular olmuş. Bir ana kucağı arayanlar dergâhlara, tekkelerin mis kokan, rahmet kokan bağırlarına koşmuşlar. Maddî gıdayı rızkın kesilmediği süre bulursun, bir dilim ekmek olsa doyarsın ama mânevî gıda olmazsa ne sen kalır geriye ne senden bir parça. Paramparça olursun, kara deliklerin içinde başını vura vura, sersem tavuk gibi dolaşır durur ama çıkışı bulamazsın. Amaçsız olmak, kimsesiz olmak, kimliksiz olmak, yok olmaktan beş beterdir
Çok uzattık lâfı, anlatacağımız konuya giremedik yine. Uzattık da nasıl bir ortama ayak basacağımızı, nasıl bir dünyanın kapısından gireceğimize, biraz dokunmak gerekti. Gittiğin mekânın mânâsının hangi koşullarda olduğunu bilemezsen turist olur çıkarsın. Elinde bir makine ile dolaşan, emekli Japon turistten farkın kalmaz. Gezdiğin yerin ruhunu duymalısın, hele bu senin genetik kodlarının saklı olduğu sandukalarsa daha bir dikkatli olmalısın. Türkiye’nin bırakın bir şehrine gitmeyi, köyüne gitseniz bir Allah dostu karşılar sizi. Her yerin koruyup, kollayan bir sâhibi vardır. Bu aziz toprakları kimse boş sanıp da üstüne plan yapmasın, dememiz odur.
O sâhiplerin zâhirleri toprağın altında ise de bâtın olarak her yerdedirler. Toprağın altında olduğunu görenler, gözlerini kör etmiş, duyan kulaklarını sağır etmiş, yaşadığını sanan aciz âdemoğludur. Âdemoğlu değil ademoğludur.
Covid denen bir salgın hastalık dünyayı kasıp kavuruyor. Evlerimize kapandık, kimseyle temas kurmuyoruz. Bu post modern dünyanın nicedir çektiği hastalık. Dijital dünya girdi gireli, kendi benliğimize döndük, sadece ben deyip duruyoruz. Ego piramidin en tepesinde. Büyük partiler, büyük düğünler, falan filan, bencilleşen bir tüketim toplumunda nefes alıyoruz. Yüzyıllık yalnızlık içindeyiz. Türk toplumuna uymayan bir dünya anlayışı içimizi kemiriyor. Bizi yerle bir ediyor. Salgın hastalık, toplumun köyünden, kentine gittikçe yayılıyor. Bu salgını bitirecek olan, bizi özümüze çevirecek olan nefesler vardır. Mânevî salgının hekimleri, ululardır. Hepimiz aynı hapishanede, farklı hücrelerdeyiz. Canlanmamız için nefese ihtiyacım var. “Buğday mı nefes mi?” diyecek bir sese, bir kokuya ihtiyacımız var. Zaman zaman, daralıp nefes almak istediğimizde en yakınımızdaki ulu bir zâtın makamını, türbesini ziyâret etmek gerekiyor. Bize anlatacakları, gösterecekleri hâlâ bir şeyler vardır. Evet, bizim için hâlihazırdaki medet kapılarıdır.
Aklımda olan ama bir türlü gidemediğim, vefâsızlık yaptığım, bir ismi ziyâret için yola çıkıyorum. Aslında, evimize çok uzak bir yer değil, bir sürü sebebim var ama geçerliliği yok. Evlât vefâsızdır. Baba bağ vermiş oğul bir salkım üzüm vermemiş, bizimki o hesap işte. Bize bu vatanı vermişler, biz bir ziyâreti çok görmüşüz. Ziyâreti bırakın, adını bile anmaz, aktarmaz olmuşuz. Ah bîçâre bizler. Ah nankör evlâtlığımız!
Yola, utana sıkıla ama heyecanla çıkıyorum, annem de yanımda. Komşu kızımız direksiyon başında yol alıyoruz. Anneler ve kızları, bir anneyi ziyârete gidiyoruz. Kırmızı Ebe yahut Kırgız Ebe Hatun bizi bekliyor. Birçoğumuz bu ismi ilk kez duyuyordur. Kim ola ki? Suali kulaklarımızda çınlıyor. O, anayurt edindiğimiz bu topraklara, Anadolu ismini veren, ulu Müslüman Türk kadınlarından. Kırmızı Ebe Kadının ebedi istirahatgâhı, Taşlıca Köyü’nde.
Ankara’nın batısına düşen Kızılcahamam ilçesine doğru yol alıyoruz. Taşlıca Köyü, Ankara’ya 76 km uzaklıkta, araba ile 1 saatlik mesafede. Köyün ismi eskiden Taşlıca Şeyhler Köyü imiş, sonradan değişmiş. Ankara’da böyle ismi değişen çok yer var. Etimesgut bunlardan biri, eskiden “Ahi Mesut” olan yer, sonradan şimdiki ismini alıyor. Adından anlaşılacağı gibi Ahi teşkilatının yoğun olduğu bir bölge. Ankara, Ahiliğin önemli merkezlerinden biri. Hatta Selçuklu devletinin yıkılması sonucunda beylikler döneminin başlamasıyla Ankara’da bir devlet kurduklarını da biliyoruz. 1362 yılında Murad Hüdâvendigâr’a şehri direnmeden teslim ediyorlar. Böylece Osmanlı Devleti’nin bir parçası oluyor. Bu topraklardan büyük zatlar gelip geçmiş, aynı zamanda düğümlerin bağlanıp çözüldüğü bir yerleşim alanı da olmuş. Bu büyük fütüvvet ehillerine ait birçok yapı ayakta durmuş, bizleri bekler. Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin ziyâretgâhının hemen aşağısında da bir Ahi Yakup Cami’si mevcuttur. Biraz aşağısında ise iki Ahi cami daha vardır. O ruhu koklamak için buraları gezip görmek lazım. Koca koca binaların dikili olduğu Eryaman bölgesinin, başkentin maçlarına ev sâhipliği yapan stadın hemen yakınında yer alan, Ahiliğe bağlanmış Emir Yaman Bey’den dolayı bu ismi aldığını, kim bilir? Kaçımız Alperen ruhlu komutan ereni ziyâret ettik?
Bilindiği gibi Türkiye Selçukluları döneminde 1.İzzeddin Keykâvus ve 1.Alâeddin Keykubad zamanında fütüvvet hareketi yaygınlaşmıştır. Ahi teşkilatı, İslâm’la harmanlanmış Türk töresini, gerek esnaf birliği gerek toplumsal hareketteki öncülüğüyle, en ince noktalara yaymış, korumuştur. Hem ticarî hem Muhammedî ahlâkî yapılanma ile devletin; esnaf sosyo-kültürel yapısını ve vakıf kültürünü bir çatı altında toplamıştır. Tasavvufu ana gövdesine koyan bu hareket, elbette mücâhide bir kimliğe de sâhipti. Moğollara karşı verilen var olma savaşında en önde yer almışlardı. Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebalî de bir ahidir. Şehirlere gelen yabancı misafirleri ağırlamak, borcu olan esnafın borcunu ödemek, usta yetiştirmek gibi faaliyetleriyle Selçuklu Devleti’nin sanayisinin de bel kemiğidir. Ahilik sadece erkeklerin yer aldığı bir teşkîlât değildir, Bacıyan-ı Rum denilen dünyanın ilk kadın teşkîlâtını da içinde barındırır. Ahi Evran’ın eşi ve Kirmanî Hazretleri’nin kızı Fatma Bacı önderliğinde, ihtiyaç sâhiplerine yardım, örgücülük-dokumacılık, misâfir ağırlama, askerî faaliyetler içinde bulunurlar. Türk kadınının öyle köşesine çekilip oturmadığını, toplumu kuran ana direklerden biri olduğunu, söylememize gerek yok. Kırmızı Ebe kadın da bu teşkîlâtın üyesidir. Bu kadar lâfın sebebi, gittiğimiz mekânın, bizim için çok önemli bir yer olmasıdır. Unutmayalım ki mazimizi bilmeden bir medeniyet inşa edemeyiz.
Madem materyalist bir dünyada irfan medeniyeti kurmak için kolları sıvadık, o zaman Osmanlı’yla birlikte en ücra köşeye ismini duyurmuş, Türk İslâm medeniyetinin kodlarını buralarda aramak gerek. Materyalist dünyanın eksiği o kadim kodların sırrındadır. İşte, bu sırra vâkıf birisi de Kırmızı Ebe Kadın’dır.
Seyahate tekrar dönelim, Taşlıca Köyü’ne giderken yol sakin, köy yolu güzel ama biraz daha düzenli olmalı diye düşünüyorum. Pek de iyi olmamasının nedeni, belki de uğrak bir yol olmamasıdır. Ama olsun, önemli olan yolun bozukluğu değil, gönüllerin bozulmaması, hayıflanmıyoruz. Taşlıca Köyü’ne girince sizi tabelalar karşılıyor. Kırmızı Ebe Kadın, Gelin Kayası, Ayran Taşı aynı tarafta sola düşüyor. Sağ tarafta ise Kırmızı Ebe Kadı’nın oğlu Oruç Gazi yer alıyor.
Kırmızı Ebe Kadın, mütevazı istirahatgâhında bizi selâmlıyor. “Hoşgeldiniz yavrularım” diyor. Sadeliği bana, Türk’ün mütevazı kimliğini yansıtıyor. Saraylarımız, köşklerimiz, camilerimiz, sadeliğin içinde zarâfet, sanat ve bilgeliği barındırır. Bu yapılar, Tevhid anlayışımızı, inancımızı, içimizi yansıtıyor. Kırmızı Ebe Kadın, Anadolu topraklarının özünü taşıyor. Türbede kimse yok, suallerinizin cevabını da Ana Hatun veriyor. Kapısını hürmetle açıyoruz. Açmam ile birlikte bir sıcaklık hissediyorum. Sanki babaannem kucaklamış gibi geliyor. Bir ana kucağının, bir Anadolu ocağının huzuru var. Maraş Göksun’da babaanne evindeyim. İkramlık bir şeyler hazırlıyor, bir bardak soğuk yörük ayranı olmalı. Evet, hissettiğim bu yörüklük duygusu. Ayakucuna oturuyorum, o soruyor ben cevaplıyorum.
Nereden geldin? Nereye gidiyorsun? Emanete sâhip çıkabildiniz mi? Herkes, kendi suallerini cevaplıyor, anlatıyor. Dua ediyoruz. Böyle yerlerde, gelirken düşündüğümüz değil de o mekânın sahibi bizim için ne isterse o çıkıyor ağzımızdan. Dualarımız bile onlara intisap ediyor.
Sizi tanımıyorlar diyorum, gülümsüyor: “Tanınmak için değil, varlığında yok olmak için çıktık yola” diyor. “Hür olmanın birinci koşulu, hiç olmaktır. Hürriyet yolunu başarıyla geçmek için Müslüman edilen nefislerin, bedenlerin millet için köle yapılması gerekiyor evlâdım” diye anlatıyor. Bu zamana tamamen ters bir hayat biçimi karşımızda. Kölelikten efendiliğe geçiş, Karun hazineleriyle değil gönül hazineleriyle oluyor. Güçlü olmanın sermayesinin para değil, sevgi olduğunu nasihat ediyor. Binlerce Türk kadınını temsil eden bir isim, bir mekân. Hani “Kadından evliya olmaz, eren olmaz, şu olmaz bu olmaz,” diyenlere inat nasıl olunacağını gösteriyor. Onlar, şifâhî bilgelerdir. İlmin kendini bilmek olduğunu tabiattın içinde çözmüş, hakikate vasıl olmuşlardır. Felsefe okumamış, kalem bile görmemiş bilgeler. Socrates ismini de Foucault ismini de bilmezler lâkin onlar doğadan öğrenirler hakikatin sırrını. Anadolulu Arif Türk Kadını, ilim sırrının kadim bekçileridir, kapısından kötü nazarları geçirmez. Türbenin etrafı ıssız, ev yok. Bu özel yerin tek sâhibi, Allah dostu Kırmızı Ebe Kadın. Buraya yapılmasının elbet mânâsı vardır. Kulak verdiğinizde, burasını mücahide ruhuyla düşmanlara karşı koruduğunu anlarsınız. Bizim töremizde kadının yerini, mıh gibi alnımıza çakıp, gösteriyor. Aklımdan okula başlayan çocuklarımızı buraya getirip büyük annelerinin huzuruna çıkartmak geçiyor. Çocuklarımızı önce Hacı Bayram Velî’ye götürüp sonra buraya getirip anlatmak, havasını teneffüs ettirmek gerek. Gelelim Kırmızı Ebe Kadın annemizin hikâyesine:
Bilenler bilir Mustafa Necati Sepetçioğlu, “Kapı” kitabında hikâyeyi işlemişti. Anlatılan menkıbe ile zamanı ve sultanı uyuşmasa da özü bir ve aynı kapıya çıkıyor. Alâeddin’in yolu Rum Kalesi’ni fethetmeden önce Taşlıca Köyü’ne düşüyor. (Sultan olmadan önce, bir süre Ankara’da yaşadığı tarihi kayıtlarda olduğuna göre doğruluk payı yüksektir.) Köyün erkekleri gazada olduğu için onu sırtında bebesiyle bir hatun karşılar. Elinde bir bakraç ayran vardır. Sultan ona elbette muhabbet gösterir. Gelen Kırmızı Ebe Kadın’dır, sırtındaki bebek de Oruç Gazi’dir. Orduya ayran ikram etmek ister, herkesin aklından “Bir bakraç ayran koca orduya nasıl yeter?” düşüncesi geçer. Ama keramet, hikmet budur, köy zaten Horasan erenlerinin gelip yerleştiği bir yerdir. Türkler bir yeri almadan önce kalem ve gönül erlerini gönderir. Topraklara yerleşen bu Hak âşıkları gönüllere tohum atar, Türk İslâm anlayışını yeşertir, sonra da son hamle ile toprakları alırlardı. Hak erenleri yahut kolonizatör dervişler Anadolu’yu Türk yurdu hâline getiren en önemli etkendir. Biz hikmet gösteren annemize dönelim; Peygamber Efendimiz’in birçok kez gösterdiği bereket hikmeti, ondan nefes alan Hak dostlarının da tasarrufu altında elbette olmaktadır. Bakraçtaki ayranı orada bulunan yalağa döker, orduya “Buyurun için,” der. Elinde kepçe, gelen askerin tasına ayranı doldurur verir. Taşta bir yudum ayran eksilmez, son asker alınca ayran da biter. İçtikçe içer askerler ya, ana doldurdukça “Ana dolu” derler, ama o yine verir. Binlerce kez gökyüzü ve toprak, “Ana dolu” sözünü işitir. Toprak der ki: Adâletin temsilcisi Türklerin yurdu, İslâm’ın sancağı olan “Ana Doluyum”. Böylece ismi konmuş olur. Gökyüzü şâhit olur bu haykırışa. Sesler duyar gibiyiz, efendim Bizans döneminde de, falanca döneminde de Anatolia deniyordu. Ama hiçbir dönemde isim kadına izafe edilmiyor. Yurduna, anaların ismini vererek hürmetini, sevgisini, sadece Selçuklu dönemiyle başlayan Türk İslam medeniyeti gösteriyor.
Kırmızı Ebe Kadın’ın hikâyesi burada bitmiyor. “Ne istersin?” diye soran sultana, “Ya gazi ya şehit olsun” diyerek oğlunu teslim ediyor. O, Türk’ün derûnî sırrının, tevhid anlayışının da oğluna geçmesini istemektedir. Şifâhî kültürümüzün anneleri okul görmemiş olsa da millî bellek ve millî gaye olan Kızılelma’yı, dört bil bilen üniversite mezunundan daha iyi kavramıştır. Bu asra baktığımızda, bunun yavaş yavaş kaybolduğunu görmekteyiz, lâkin bu annelerin bir kıvılcımla ortaya çıkacağına inancımız tamdır. Kendi adıma kısmetli bir torundum, bu şifâhî kültürden gelen bir babaanne tanıdım. Kırmızı Ebe Kadın’ı hayalimde hep babaanneme benzettim. Bunun nedeni anlatılan menkıbedeki “ayran” detayıdır. Babaannem Osmanlı’nın son döneminde doğmuş bir yörük annesi. Ben onu tanıdığımda epey yaşı vardı. Bana, Türklük sırrımızı gösteren, işleyen kendisi oldu. Babaannem bu sırrın farkında bile değildi ama genlerine işlemiş, nesilden nesle aktarılıyordu. Zengin değildi, kendini ancak geçindirebilen 7 çocuğuyla dul kalmış biriydi. Köyümüze ilk gittiğimde çok küçüktüm. İkindi vaktine yakın, bir bakraçta evdeki yoğurtla ayran yaptı. Merak etmiştim, evde sadece dört kişiydik, bu kadar ayranı kim içecekti? 1.80 boyundaki kırmızı hırkasını hiç çıkarmayan babaanneme elbette hemen sordum. Babaannem sakin bir gülümsemeyle: “Burası yol üstü birazdan tarladan insanlar susamış olarak gelecek, onları serinletmek için yaptım” dedi. Evet, akşamüstü tarlasından susuz gelen yahut sıcakta yoldan geçen herhangi birisini serinletmek için yapmıştı. Bunu ölene kadar yaptı durdu. Ayranından sayısız insan nasiplendi. Aynı şekilde her akşam yemeğinde bir konuğun sofrada olduğunu gördüm. “Yoldan geçene kokusu gider” derdi. Ve her gün oradan kim geçerse yemek verirdi. Ama enteresandır, çocukluk aklımla; yoğurt ve tereyağı bize kalmayacak düşüncem hiç gerçekleşmedi, hep o bakraçların içinde var oldular. Bu hatıratımı bir büyüğe anlattığımda, “vakıf kadın” demişti. Şimdi düşünüyorum, yurdumun bütün kadınları vakıf analardı. Vakıf olmak için teşkilata gerek yoktu çünkü Türk milleti ayrılmaz beraberliğiyle, bir bütündü.
Kırmızı Ebe Kadın türbesinde, babaannemi buldum aslında, o gizli anahtarı keşfettim yeniden. Burası, kendi hakikat yolculuğumuzun noktalarından biri. Türbenin hemen arkasına küçük bir piknik masası konmuş, geleni burada ağırlıyor. Ağaçların gölgesinde, karşıda Gelin Kayası bize bakıyor. Gelin Kayası’nın hikâyesini buraya yazmak istemedim. Ağaç gölgesinde çayımızı içerken Kırmızı Ebe Kadın anamızla sohbetimiz devam ediyor. Dışarısının 35 derece kavuruculuğunu duymadan, püfür püfür esen rüzgârın serinliğini hissediyorum. Kuşların güzel melodisi derin bir düşünmeye itiyor. Kalkmak istemediğim bir mekândayım, huzur dolu, sükûnet dolu, hakikat dolu havayı teneffüs ettikçe, açılıyorum. Yunus Emre’nin yoldan dönüp nefesi istemesi gibi kapısında “nefes” diyorum.
Moğollar’a karşı savaşan 30.000 kadın süvariden biri de burada. Her yeri yakıp kavuran bu cehennemde, eri ile oğluyla omuz omuza çarpışan, Bacıyan-ı Rum tayfasının elle tutulur hatununun ispatıdır kendisi.
Lafı çok uzatmayayım, burası gösterişi ile değil, sadeliği ve anne kokusuyla sizi cezbeden bir mekân. Burası memleketimize isminin verildiği, “Anadolu” dendiği yer.
Son söz; bugün Bacıyan-ı Rum yok diyenler yanılıyordur, her dem yeniden sahada iş başındadırlar. Nene Hatunlar, Fatma Bacılar ve daha niceleri bu topraklarda o kadim sırrı korumakla meşguldürler. Ve kalemiyle vücut bulmuş büyüklerimiz ulu kadınlarımızın olduğunu unutmadan eklemek isterim.
Kırmızı Ebe Kadın anamızın ve dahi bütün analarımızın aziz ruhları şâd, himmetleri daim olsun. Layık evlât olmayı nasip etsin yüce Yaradan. Yeni rotamız Oruç Gazi vesselam.
Not: Dünya Bizim sitesinden yazarın izni ile alıntılanmıştır.
Bir cevap yazın