SIRRA VÂKIF BİR HATUN:KIRMIZI EBE KADIN

‘Peygamber Efendimiz’in birçok kez gösterdiği bereket hikmeti, ondan nefes alan Hak dostlarının da tasarrufu altında elbette olmaktadır. Bakraçtaki ayranı orada bulunan yalağa döker, orduya “Buyurun için,” der.’ Kırmızı Ebe Hatun menkıbesini Elçin Ödemiş yazdı.

Elçin ÖDEMİŞ
ABAD Blog'la paylaştı.
25.01.2022

1200’lü yıllar, 13. yüzyıl ortaları, cehenneme düşmüş bir dünya var karşımızda. Urumeli toprakları üstünde; Atası Selçuk Bey ve Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın izinden giden, yiğit, akıllı, dirayetli bir sultan hüküm sürüyor. İsmine Alâeddin Keykubat denmiş. Konya ve Sivas’tan, Orta Asya’dan gelen imdat çığlıkları duyuluyor. İnsanlığın üstüne; zalim, acımasız bir Han’ın nefesindeki kanın kokusu yayılıyor. Müslümanların üstüne kara bulut misali korku çökmüş. Candan olmak kolay ama sevdiklerini, yarınlarını, mütecâvizin eline teslim etmek ise pek zordur. Gelen gelmekte, herkes farkındadır. Ama asıl mesele yurt dediğin toprağı, sevdam dediğin toprağı sağlama almak. Zalimlerin sonu elbet gelir ama yurt elden gitmeye görsün, irfan gitmeye görsün, adın kalmaz kâinatta. Unutulan bir millet olur çıkarsın. Bir kitap sayfasının köşesinde yazılmış kelimeden ibaret olursun.

Alâeddin Keykubat, Türk milletine musallat olacak belayı önlemek için elinden gelen gayreti gösterir. Anadolu’da bu koca sultan, pusatları; demir ve ok olan süvarilerin yanı sıra ilim ve irfan zırhlarını giymiş, dervişler, mutasavvıf ordusuyla savunmasını kuvvetlendirir. Yûnus Emre, Ahi Evrân, Mevlânâ, İbn Arabî, bunlardan bir kaçıdır. Özellikle fütüvvetle özleşmiş olan Ahiler, bu Moğol belasıyla var gücüyle savaşır. Ama ah o nefs yok mu? Bizi ele geçirip, kendisine kul köle eden büyülü elma; Moğol denen canavarın bir kolunu Alâeddin diğerini Celâleddin Harezmşah tutmuş, zincire bağlamışken ortaya çıkmıştır. “Ben” kisvesine bürünmüş, kabarmış, gökyüzüne uzanan heybetli vücudu ile bir cihangir kılığında, bu iki Türk kahraman sultanın yanına varmış. Ekmeğe, suya, kokulara, yemeğine, büyülü elmadan karıştırmış ve bu iki yavuz sultana zevk-ü sefa içinde sunmuş, yedirmiş, içirmiş. Sonunda Alaeddin Keykubat birçok irfan sahibi, ilim sahibi; aklı selim, fikri selim beylerini öldürmüştür. Bu iki sultan da ortak düşman yerine dövüşmeye başlamışlar. Sen-ben kavgasının ortasında, canavarın eli kolu boş kalmış. Elbette artık önündeki engelleri aşması kolay olmuş. Alparslan’ın özenle alıp fethettiği, Kutalmışoğlu Süleyman Şah’ın yeşerttiği, Kılıçaslanların Salipler’e aman vermediği bu huzurlu topraklara sızmış. Sızmamış, bir ateş topu şeklinde gelip yakıp kavurmuş.

Millet perîşan, aç sefil yaşarken onlara umutları aşılayan ulular olmuş. Bir ana kucağı arayanlar dergâhlara, tekkelerin mis kokan, rahmet kokan bağırlarına koşmuşlar. Maddî gıdayı rızkın kesilmediği süre bulursun, bir dilim ekmek olsa doyarsın ama mânevî gıda olmazsa ne sen kalır geriye ne senden bir parça. Paramparça olursun, kara deliklerin içinde başını vura vura, sersem tavuk gibi dolaşır durur ama çıkışı bulamazsın. Amaçsız olmak, kimsesiz olmak, kimliksiz olmak, yok olmaktan beş beterdir

Çok uzattık lâfı, anlatacağımız konuya giremedik yine. Uzattık da nasıl bir ortama ayak basacağımızı, nasıl bir dünyanın kapısından gireceğimize, biraz dokunmak gerekti. Gittiğin mekânın mânâsının hangi koşullarda olduğunu bilemezsen turist olur çıkarsın. Elinde bir makine ile dolaşan, emekli Japon turistten farkın kalmaz. Gezdiğin yerin ruhunu duymalısın, hele bu senin genetik kodlarının saklı olduğu sandukalarsa daha bir dikkatli olmalısın. Türkiye’nin bırakın bir şehrine gitmeyi, köyüne gitseniz bir Allah dostu karşılar sizi. Her yerin koruyup, kollayan bir sâhibi vardır. Bu aziz toprakları kimse boş sanıp da üstüne plan yapmasın, dememiz odur.

O sâhiplerin zâhirleri toprağın altında ise de bâtın olarak her yerdedirler. Toprağın altında olduğunu görenler, gözlerini kör etmiş, duyan kulaklarını sağır etmiş, yaşadığını sanan aciz âdemoğludur. Âdemoğlu değil ademoğludur.

Covid denen bir salgın hastalık dünyayı kasıp kavuruyor. Evlerimize kapandık, kimseyle temas kurmuyoruz. Bu post modern dünyanın nicedir çektiği hastalık. Dijital dünya girdi gireli, kendi benliğimize döndük, sadece ben deyip duruyoruz. Ego piramidin en tepesinde. Büyük partiler, büyük düğünler, falan filan, bencilleşen bir tüketim toplumunda nefes alıyoruz. Yüzyıllık yalnızlık içindeyiz. Türk toplumuna uymayan bir dünya anlayışı içimizi kemiriyor. Bizi yerle bir ediyor. Salgın hastalık, toplumun köyünden, kentine gittikçe yayılıyor. Bu salgını bitirecek olan, bizi özümüze çevirecek olan nefesler vardır. Mânevî salgının hekimleri, ululardır. Hepimiz aynı hapishanede, farklı hücrelerdeyiz. Canlanmamız için nefese ihtiyacım var. “Buğday mı nefes mi?” diyecek bir sese, bir kokuya ihtiyacımız var. Zaman zaman, daralıp nefes almak istediğimizde en yakınımızdaki ulu bir zâtın makamını, türbesini ziyâret etmek gerekiyor. Bize anlatacakları, gösterecekleri hâlâ bir şeyler vardır. Evet, bizim için hâlihazırdaki medet kapılarıdır.

Aklımda olan ama bir türlü gidemediğim, vefâsızlık yaptığım, bir ismi ziyâret için yola çıkıyorum. Aslında, evimize çok uzak bir yer değil, bir sürü sebebim var ama geçerliliği yok. Evlât vefâsızdır. Baba bağ vermiş oğul bir salkım üzüm vermemiş, bizimki o hesap işte. Bize bu vatanı vermişler, biz bir ziyâreti çok görmüşüz. Ziyâreti bırakın, adını bile anmaz, aktarmaz olmuşuz. Ah bîçâre bizler. Ah nankör evlâtlığımız!

Yola, utana sıkıla ama heyecanla çıkıyorum, annem de yanımda. Komşu kızımız direksiyon başında yol alıyoruz. Anneler ve kızları, bir anneyi ziyârete gidiyoruz. Kırmızı Ebe yahut Kırgız Ebe Hatun bizi bekliyor. Birçoğumuz bu ismi ilk kez duyuyordur. Kim ola ki? Suali kulaklarımızda çınlıyor. O, anayurt edindiğimiz bu topraklara, Anadolu ismini veren, ulu Müslüman Türk kadınlarından. Kırmızı Ebe Kadının ebedi istirahatgâhı, Taşlıca Köyü’nde.

Ankara’nın batısına düşen Kızılcahamam ilçesine doğru yol alıyoruz. Taşlıca Köyü, Ankara’ya 76 km uzaklıkta, araba ile 1 saatlik mesafede. Köyün ismi eskiden Taşlıca Şeyhler Köyü imiş, sonradan değişmiş. Ankara’da böyle ismi değişen çok yer var. Etimesgut bunlardan biri, eskiden “Ahi Mesut” olan yer, sonradan şimdiki ismini alıyor. Adından anlaşılacağı gibi Ahi teşkilatının yoğun olduğu bir bölge. Ankara, Ahiliğin önemli merkezlerinden biri. Hatta Selçuklu devletinin yıkılması sonucunda beylikler döneminin başlamasıyla Ankara’da bir devlet kurduklarını da biliyoruz. 1362 yılında Murad Hüdâvendigâr’a şehri direnmeden teslim ediyorlar. Böylece Osmanlı Devleti’nin bir parçası oluyor. Bu topraklardan büyük zatlar gelip geçmiş, aynı zamanda düğümlerin bağlanıp çözüldüğü bir yerleşim alanı da olmuş. Bu büyük fütüvvet ehillerine ait birçok yapı ayakta durmuş, bizleri bekler. Hacı Bayram Velî Hazretleri’nin ziyâretgâhının hemen aşağısında da bir Ahi Yakup Cami’si mevcuttur. Biraz aşağısında ise iki Ahi cami daha vardır. O ruhu koklamak için buraları gezip görmek lazım.  Koca koca binaların dikili olduğu Eryaman bölgesinin, başkentin maçlarına ev sâhipliği yapan stadın hemen yakınında yer alan, Ahiliğe bağlanmış Emir Yaman Bey’den dolayı bu ismi aldığını, kim bilir? Kaçımız Alperen ruhlu komutan ereni ziyâret ettik?

Bilindiği gibi Türkiye Selçukluları döneminde 1.İzzeddin Keykâvus ve 1.Alâeddin Keykubad zamanında fütüvvet hareketi yaygınlaşmıştır. Ahi teşkilatı, İslâm’la harmanlanmış Türk töresini, gerek esnaf birliği gerek toplumsal hareketteki öncülüğüyle, en ince noktalara yaymış, korumuştur. Hem ticarî hem Muhammedî ahlâkî yapılanma ile devletin; esnaf sosyo-kültürel yapısını ve vakıf kültürünü bir çatı altında toplamıştır. Tasavvufu ana gövdesine koyan bu hareket, elbette mücâhide bir kimliğe de sâhipti. Moğollara karşı verilen var olma savaşında en önde yer almışlardı. Osman Gazi’nin kayınpederi Şeyh Edebalî de bir ahidir. Şehirlere gelen yabancı misafirleri ağırlamak, borcu olan esnafın borcunu ödemek, usta yetiştirmek gibi faaliyetleriyle Selçuklu Devleti’nin sanayisinin de bel kemiğidir. Ahilik sadece erkeklerin yer aldığı bir teşkîlât değildir, Bacıyan-ı Rum denilen dünyanın ilk kadın teşkîlâtını da içinde barındırır. Ahi Evran’ın eşi ve Kirmanî Hazretleri’nin kızı Fatma Bacı önderliğinde, ihtiyaç sâhiplerine yardım, örgücülük-dokumacılık, misâfir ağırlama, askerî faaliyetler içinde bulunurlar. Türk kadınının öyle köşesine çekilip oturmadığını, toplumu kuran ana direklerden biri olduğunu, söylememize gerek yok. Kırmızı Ebe kadın da bu teşkîlâtın üyesidir. Bu kadar lâfın sebebi, gittiğimiz mekânın, bizim için çok önemli bir yer olmasıdır. Unutmayalım ki mazimizi bilmeden bir medeniyet inşa edemeyiz.

Madem materyalist bir dünyada irfan medeniyeti kurmak için kolları sıvadık, o zaman Osmanlı’yla birlikte en ücra köşeye ismini duyurmuş, Türk İslâm medeniyetinin kodlarını buralarda aramak gerek. Materyalist dünyanın eksiği o kadim kodların sırrındadır. İşte, bu sırra vâkıf birisi de Kırmızı Ebe Kadın’dır.

Seyahate tekrar dönelim, Taşlıca Köyü’ne giderken yol sakin, köy yolu güzel ama biraz daha düzenli olmalı diye düşünüyorum. Pek de iyi olmamasının nedeni, belki de uğrak bir yol olmamasıdır. Ama olsun, önemli olan yolun bozukluğu değil, gönüllerin bozulmaması, hayıflanmıyoruz. Taşlıca Köyü’ne girince sizi tabelalar karşılıyor. Kırmızı Ebe Kadın, Gelin Kayası, Ayran Taşı aynı tarafta sola düşüyor. Sağ tarafta ise Kırmızı Ebe Kadı’nın oğlu Oruç Gazi yer alıyor.

Kırmızı Ebe Kadın, mütevazı istirahatgâhında bizi selâmlıyor. “Hoşgeldiniz yavrularım” diyor. Sadeliği bana, Türk’ün mütevazı kimliğini yansıtıyor. Saraylarımız, köşklerimiz, camilerimiz, sadeliğin içinde zarâfet, sanat ve bilgeliği barındırır. Bu yapılar, Tevhid anlayışımızı, inancımızı, içimizi yansıtıyor. Kırmızı Ebe Kadın, Anadolu topraklarının özünü taşıyor. Türbede kimse yok, suallerinizin cevabını da Ana Hatun veriyor. Kapısını hürmetle açıyoruz. Açmam ile birlikte bir sıcaklık hissediyorum. Sanki babaannem kucaklamış gibi geliyor. Bir ana kucağının, bir Anadolu ocağının huzuru var. Maraş Göksun’da babaanne evindeyim. İkramlık bir şeyler hazırlıyor, bir bardak soğuk yörük ayranı olmalı. Evet, hissettiğim bu yörüklük duygusu. Ayakucuna oturuyorum, o soruyor ben cevaplıyorum.

Nereden geldin? Nereye gidiyorsun? Emanete sâhip çıkabildiniz mi? Herkes, kendi suallerini cevaplıyor, anlatıyor. Dua ediyoruz. Böyle yerlerde, gelirken düşündüğümüz değil de o mekânın sahibi bizim için ne isterse o çıkıyor ağzımızdan. Dualarımız bile onlara intisap ediyor.

Sizi tanımıyorlar diyorum, gülümsüyor: “Tanınmak için değil, varlığında yok olmak için çıktık yola” diyor. “Hür olmanın birinci koşulu, hiç olmaktır. Hürriyet yolunu başarıyla geçmek için Müslüman edilen nefislerin, bedenlerin millet için köle yapılması gerekiyor evlâdım” diye anlatıyor. Bu zamana tamamen ters bir hayat biçimi karşımızda. Kölelikten efendiliğe geçiş, Karun hazineleriyle değil gönül hazineleriyle oluyor. Güçlü olmanın sermayesinin para değil, sevgi olduğunu nasihat ediyor. Binlerce Türk kadınını temsil eden bir isim, bir mekân. Hani “Kadından evliya olmaz, eren olmaz, şu olmaz bu olmaz,” diyenlere inat nasıl olunacağını gösteriyor. Onlar, şifâhî bilgelerdir. İlmin kendini bilmek olduğunu tabiattın içinde çözmüş, hakikate vasıl olmuşlardır. Felsefe okumamış, kalem bile görmemiş bilgeler. Socrates ismini de Foucault ismini de bilmezler lâkin onlar doğadan öğrenirler hakikatin sırrını. Anadolulu Arif Türk Kadını, ilim sırrının kadim bekçileridir, kapısından kötü nazarları geçirmez. Türbenin etrafı ıssız, ev yok. Bu özel yerin tek sâhibi, Allah dostu Kırmızı Ebe Kadın. Buraya yapılmasının elbet mânâsı vardır. Kulak verdiğinizde, burasını mücahide ruhuyla düşmanlara karşı koruduğunu anlarsınız. Bizim töremizde kadının yerini, mıh gibi alnımıza çakıp, gösteriyor. Aklımdan okula başlayan çocuklarımızı buraya getirip büyük annelerinin huzuruna çıkartmak geçiyor. Çocuklarımızı önce Hacı Bayram Velî’ye götürüp sonra buraya getirip anlatmak, havasını teneffüs ettirmek gerek. Gelelim Kırmızı Ebe Kadın annemizin hikâyesine:

Bilenler bilir Mustafa Necati Sepetçioğlu, “Kapı” kitabında hikâyeyi işlemişti. Anlatılan menkıbe ile zamanı ve sultanı uyuşmasa da özü bir ve aynı kapıya çıkıyor. Alâeddin’in yolu Rum Kalesi’ni fethetmeden önce Taşlıca Köyü’ne düşüyor. (Sultan olmadan önce, bir süre Ankara’da yaşadığı tarihi kayıtlarda olduğuna göre doğruluk payı yüksektir.) Köyün erkekleri gazada olduğu için onu sırtında bebesiyle bir hatun karşılar. Elinde bir bakraç ayran vardır. Sultan ona elbette muhabbet gösterir. Gelen Kırmızı Ebe Kadın’dır, sırtındaki bebek de Oruç Gazi’dir. Orduya ayran ikram etmek ister, herkesin aklından “Bir bakraç ayran koca orduya nasıl yeter?” düşüncesi geçer. Ama keramet, hikmet budur, köy zaten Horasan erenlerinin gelip yerleştiği bir yerdir. Türkler bir yeri almadan önce kalem ve gönül erlerini gönderir. Topraklara yerleşen bu Hak âşıkları gönüllere tohum atar, Türk İslâm anlayışını yeşertir, sonra da son hamle ile toprakları alırlardı. Hak erenleri yahut kolonizatör dervişler Anadolu’yu Türk yurdu hâline getiren en önemli etkendir. Biz hikmet gösteren annemize dönelim; Peygamber Efendimiz’in birçok kez gösterdiği bereket hikmeti, ondan nefes alan Hak dostlarının da tasarrufu altında elbette olmaktadır. Bakraçtaki ayranı orada bulunan yalağa döker, orduya “Buyurun için,” der. Elinde kepçe, gelen askerin tasına ayranı doldurur verir. Taşta bir yudum ayran eksilmez, son asker alınca ayran da biter. İçtikçe içer askerler ya, ana doldurdukça “Ana dolu” derler, ama o yine verir. Binlerce kez gökyüzü ve toprak, “Ana dolu” sözünü işitir.  Toprak der ki: Adâletin temsilcisi Türklerin yurdu, İslâm’ın sancağı olan “Ana Doluyum”. Böylece ismi konmuş olur. Gökyüzü şâhit olur bu haykırışa. Sesler duyar gibiyiz, efendim Bizans döneminde de, falanca döneminde de Anatolia deniyordu. Ama hiçbir dönemde isim kadına izafe edilmiyor. Yurduna, anaların ismini vererek hürmetini, sevgisini, sadece Selçuklu dönemiyle başlayan Türk İslam medeniyeti gösteriyor.

Kırmızı Ebe Kadın’ın hikâyesi burada bitmiyor. “Ne istersin?” diye soran sultana, “Ya gazi ya şehit olsun” diyerek oğlunu teslim ediyor.  O, Türk’ün derûnî sırrının, tevhid anlayışının da oğluna geçmesini istemektedir. Şifâhî kültürümüzün anneleri okul görmemiş olsa da millî bellek ve millî gaye olan Kızılelma’yı, dört bil bilen üniversite mezunundan daha iyi kavramıştır. Bu asra baktığımızda, bunun yavaş yavaş kaybolduğunu görmekteyiz, lâkin bu annelerin bir kıvılcımla ortaya çıkacağına inancımız tamdır. Kendi adıma kısmetli bir torundum, bu şifâhî kültürden gelen bir babaanne tanıdım. Kırmızı Ebe Kadın’ı hayalimde hep babaanneme benzettim. Bunun nedeni anlatılan menkıbedeki “ayran” detayıdır. Babaannem Osmanlı’nın son döneminde doğmuş bir yörük annesi. Ben onu tanıdığımda epey yaşı vardı. Bana, Türklük sırrımızı gösteren, işleyen kendisi oldu. Babaannem bu sırrın farkında bile değildi ama genlerine işlemiş, nesilden nesle aktarılıyordu. Zengin değildi, kendini ancak geçindirebilen 7 çocuğuyla dul kalmış biriydi. Köyümüze ilk gittiğimde çok küçüktüm. İkindi vaktine yakın, bir bakraçta evdeki yoğurtla ayran yaptı. Merak etmiştim, evde sadece dört kişiydik, bu kadar ayranı kim içecekti? 1.80 boyundaki kırmızı hırkasını hiç çıkarmayan babaanneme elbette hemen sordum. Babaannem sakin bir gülümsemeyle: “Burası yol üstü birazdan tarladan insanlar susamış olarak gelecek, onları serinletmek için yaptım” dedi. Evet, akşamüstü tarlasından susuz gelen yahut sıcakta yoldan geçen herhangi birisini serinletmek için yapmıştı. Bunu ölene kadar yaptı durdu. Ayranından sayısız insan nasiplendi. Aynı şekilde her akşam yemeğinde bir konuğun sofrada olduğunu gördüm. “Yoldan geçene kokusu gider” derdi. Ve her gün oradan kim geçerse yemek verirdi. Ama enteresandır, çocukluk aklımla; yoğurt ve tereyağı bize kalmayacak düşüncem hiç gerçekleşmedi, hep o bakraçların içinde var oldular. Bu hatıratımı bir büyüğe anlattığımda, “vakıf kadın” demişti. Şimdi düşünüyorum, yurdumun bütün kadınları vakıf analardı. Vakıf olmak için teşkilata gerek yoktu çünkü Türk milleti ayrılmaz beraberliğiyle, bir bütündü.

Kırmızı Ebe Kadın türbesinde, babaannemi buldum aslında, o gizli anahtarı keşfettim yeniden. Burası, kendi hakikat yolculuğumuzun noktalarından biri. Türbenin hemen arkasına küçük bir piknik masası konmuş, geleni burada ağırlıyor. Ağaçların gölgesinde, karşıda Gelin Kayası bize bakıyor. Gelin Kayası’nın hikâyesini buraya yazmak istemedim. Ağaç gölgesinde çayımızı içerken Kırmızı Ebe Kadın anamızla sohbetimiz devam ediyor. Dışarısının 35 derece kavuruculuğunu duymadan, püfür püfür esen rüzgârın serinliğini hissediyorum. Kuşların güzel melodisi derin bir düşünmeye itiyor. Kalkmak istemediğim bir mekândayım, huzur dolu, sükûnet dolu, hakikat dolu havayı teneffüs ettikçe, açılıyorum. Yunus Emre’nin yoldan dönüp nefesi istemesi gibi kapısında “nefes” diyorum.

Moğollar’a karşı savaşan 30.000 kadın süvariden biri de burada. Her yeri yakıp kavuran bu cehennemde, eri ile oğluyla omuz omuza çarpışan, Bacıyan-ı Rum tayfasının elle tutulur hatununun ispatıdır kendisi.

Lafı çok uzatmayayım, burası gösterişi ile değil, sadeliği ve anne kokusuyla sizi cezbeden bir mekân. Burası memleketimize isminin verildiği, “Anadolu” dendiği yer.

Son söz; bugün Bacıyan-ı Rum yok diyenler yanılıyordur, her dem yeniden sahada iş başındadırlar. Nene Hatunlar, Fatma Bacılar ve daha niceleri bu topraklarda o kadim sırrı korumakla meşguldürler. Ve kalemiyle vücut bulmuş büyüklerimiz ulu kadınlarımızın olduğunu unutmadan eklemek isterim.

Kırmızı Ebe Kadın anamızın ve dahi bütün analarımızın aziz ruhları şâd, himmetleri daim olsun. Layık evlât olmayı nasip etsin yüce Yaradan. Yeni rotamız Oruç Gazi vesselam.

 

 

Not: Dünya Bizim sitesinden yazarın izni ile alıntılanmıştır.

Diğer Yazıları

YERYÜZÜNDE YALINAYAK

İçten dışa, dıştan içe; seferlerimiz... Yeni yılın ilk yazısı Leyla İpekçi'nin kaleminden. Dünya, bütün hikayemiz burada, yol arkadaşlığımız. Çıkıp gidemeyeceğimiz içimiz dışımız. Kimine cife, zindan, cehennem. Kimine cennet. Kimine ateş [...]

BENLİK KİBRİ; ÖĞRENMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL

Ben bilirim egosu. Bilmeyi kartvizite, unvana, diplomaya, sertifikaya sıkıştırmak.  Kendimizi bilmekten, varlığa faydalı olmaktan çok adımızdan söz ettirmek, unvan, itibar, makam için  öğrenmek. Leyla İpekçi öğrenmenin, bizi aslımızla sürekli irtibat [...]

ÖĞRENMEK KALPTEN KALBE GEÇİŞTİR

ABAD Blog'da Genç Bilgeler diye bir köşemiz var. Leyla İpekçi'nin iki yıl önce kaleme aldığı ama hala dün yazılmış gibi güncelliğini koruyan bu çok önemli yazı dizisinden derlenen kesitler işte [...]

ÇÜNKÜ HARFLERDE “İNSAN” SAKLIDIR

"Yazarken hep sevdiğimle beraber olmak için yazarım. Aşk duygumun tecellisi bu yüzden yazmakla zuhur eder. Yıllar içerisinde dünyaya, hayata ve insanlığa dair en dip manâları hep kalemimin ucundan sayfalarıma indirdikçe [...]

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar Leyla İpekçi bize sözün öncesinden bahsediyor. O’nun olduğu ve O’nunla birlikte hiç bir şeyin olmadığı yerin sesini ima ediyor susarak. Yunusça…

Leyla İpekçi
ABAD Blog için yazdı.
10 Eylül 2021

SUS YUNUSÇA!

 

Her birimiz kendi malzememize doğuyoruz. Bendeniz de acizane kelimelerin içine doğdum. Kelimelerde soludum, kelimelerde yoğruldum. Aldığım her nefeste müjdeyi çağırdığım kelimelerden süzülen bir anlam doğdu. Nerede kalmışsam oradan devam ederek bir aşk romanı yaşadım. Meramımı anlatmak için hayatımda hep yazdım. Ta ki Yunusça beni susturana kadar. Şimdi anlamımızı doğuran dilin içinde yaşadığım bu romandan Yunusça bir bölüm paylaşmak istiyorum.

 

“Dışı içidir.” der üstadım. Ya da bendeniz böyle işitirim. Başka türlü de söyleyeyim: “Zahirdeki gerçek, içini remzeder.” Suret bir yerde söz bulunca dışından içine dönmeye, içini dışına çıkarmaya bir fırsat doğuyor. Gelgelelim suretin söz bulması upuzun bir yolculuk. Nerede söz buluyordu suret? Henüz kalemime gelmeden evvel bütün kelimeler bir hayal aleminde beliriyordu. Nefsimizin yüksek bir mertebesinde konuşulmakta olan kuşdilinin adına Yunusça dersek Yunusça’dan surete bürünerek nüzul etmekteymiş sözler.

İşitmeye başladıkça meğer kâinatın diliymiş bu. Her canlının kesintisiz zikri, varlığın diliymiş. Biz işittiğimiz ölçüde söküyormuşuz. Aslında fıtrat dilimiz bu. Fakat onu konuşmak için işitmek, yeniden hatırlamak gerekiyordu. Bizimse dudağımızla kulağımız arasında yüzyıllar vardı. Bu mesafeyi nasıl alacak nasıl uzakları yakına getirecektik? Kim bu bizde saklı hazinenin üzerini açacak kim hatırlatacak derken ancak yazmak suretiyle yaklaşıyor, yaklaşıyordum. Ta ki Yunusça dizeler yüreğimi yarsın.

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

Yunusça’nın babası Mustafa Tatcı üstadımın nefesinden çekersem: “Bu söz ne zaman iş oldu yani vücûd buldu? Nerede hareket ve anlam kazandı? Sûret, nerede söz buldu? Söz nerede sûrete dönüştü?”

Neler demek istiyor da, kim bilir, biz ne kadarını işitiyorduk sözün? “Ol” emriyle surete bürünen anlamdan harfler zuhur ediyordu. Her biri, içerdiği anlamı vücuda getirmeye şartlanmıştı yani surete bürünen her şey için anlama dönüşmek ve anlamı genişletmek farz oluyordu. Yazma serüvenimin baştan aşağı özetiydi bu.

Hayalimde yazdırılacakların suretini görmeden asla yazamazdım. Kelimeler varlığın surete girmiş hali, insanlığımızın izdüşümü öyleyse dil insana farzdır; diyordum. Her farz ancak gönülden gerçekleştirildiğinde yerine getirilmiş olmaz mıydı?

Bu durumda “ol” emrine riayet etmek zorla mümkün değildi. İtaat, isteyerek olmalı; gönülden olmalı ki dil ikrar etmeliydi. Yeryüzüyle gökyüzüne zorla ya da isteyerek gelin denince isteyerek geldik, demeleri bir ikrar değil miydi? Zira itaat ancak gönülden olursa gerçeği kuşatabiliyordu. Dil ile gönül “bir” aşkın kaynağıydı muhakkak.

***

Fakat üstadım bu acizane tefekkürümle sınırlı söz söylemiyordu elbette, anlamı yarmaya devam etti: “Bu vücûd ne zaman kendiliğinden söz söyler hale geldi, ne zaman o sözlerin sahibi oldu? Sûretin müstakil bir varlığı yoktur. Bunu iyice düşün!”

Düşünüyordum yazarken evet. “Yunus değildir bunu diyen, kendiliğidir söyleyen!” Nefsimiz hangi merhaledeyse, konuştuğumuz ve işittiğimiz dil o seviyeden canlanıyordu. Bizzat bu keşif benim gibilerin Yunusça menakıbımızda defalarca tecrübe edilmiş bir olguydu. Gelgelelim nefs-i emmare dilinden yazılanlarla nefs-i kamile dilinden yazılan dizeler arasında koskoca bir benlik farkı vardı. Benliksiz makamda Yunus’un içindeki “ben” söz söylüyorsa benlikli nefis mertebelerimizde elbet sözün seviyesi her yönden kuşatıcı olamaz, olamıyordu. Yine de kalemime mürekkep yürütüyordu, hiç tükenmiyordu.

Öyleyse diyordum, suretin müstakil varlığı olmadığını ispat edebilenler ancak Yunus gibi kendiliğinden söz söyler hale gelebilir. Kendi içinden çıkarabilirler sözü. “Ol” emrini kendinden kendine verdiklerini bilebilirler. Sadece veren kendi değil, sözü alan da kendi, söz de kendi oluyordur tabii.

Gelgelelim üstadım Tatcı bu tefekkürümle de sınırlandırmıyordu anlamı: “Şunu da bil, her sıfatta sûrete gelen kendisidir, öyleyse ağızdan çıkan söz de Hak’tır. Şu halde lisan ve o lisanın kaynağı olan gönül hikmetin yoludur.”

Böyle diyordu. Ne müthiş bir merhaleye davet ediyordu beni bu sözlerle. Benim gibilere demek istiyordu ki: “Ağzından çıkan her söz Hakk’ın bir tecellisidir. Sendeki Hakk hangi merhaledeyse oradan surete bürünüyor. Eğer ağzından benlikli sözler dökülüyorsa senin nefsindeki Hakk bilgisi o kadardır.” Ve demek istiyordu ki aynı zamanda: Ağzından çıkan ne varsa alnına yazılır. Yazgını kendi dilinle yazarsın.

Ne anlıyorduk? Sözü temizlemeden, gönül temizlenemezdi. Sözü temizlemek acaba benim gibi kelimelerde doğan ve yaşayan biri için nasıl mümkündü? Sadece düşünce, fikir, yorum gibi nefsin alt mertebelerinden söz söylemeyerek temizleyebilir miydim dilimi? Nefsimin tortularını, tozlu topraklı sözlerini sükût etmeden temizleyebilir miydim? Nerede sükût etmeli nerede sözü sarf etmeliydim? Kesin bilgiye (benliksiz söze) varabilir miydim?

Başa dönersek yeniden tefekkür için, üstadımın tabiriyle evet, dışı içidir varlığın. O halde söz, gerçeğin hem içi hem dışı nasıl olacaktı?

***

 

Sûret söz kanda buldu söz ıssı kaçan oldu

Sûrete kendi geldi dil hod hikmet dilidir

 

“Bazı yazmalarda beyit böyledir.” diyordu Tatcı üstadım. Beyitin bu okunuşunda da “dil” kelimesi ilk olarak gönül anlamında değil, “sohbet aracı olan lisan” anlamındaymış. Esas aldığımız dil kelimesi “söz” anlamının yanında Farsça “gönül “anlamına da alınabilirmiş. Zira lisan hikmeti anlamanın yolu olduğu kadar “gönül” de hikmetin anlaşıldığı bir merkez ve merhaleydi. O bunları derken tekrar dönüyordum. Nefsimin alt merhalelerindeyken nasıl olur da Yunusça’dan zevk alabiliyor, esinleniyor ve sürecin içinde nasıl yol bulabiliyordum öyleyse?

“Suret nerede söz buldu? Söz nerede surete dönüştü?” Bu iki farklı soru demek ki birbirine cevap imiş. Zira hikmet nerededir? El cevap: Aşıkların gönlünde doğar. Cevap buydu elbet. Seviyordum. Şevkimin kaynağı bendeki benden ibaret olmayan gerçekti! Benliksiz söze ulaşmak için bir ilk adımdı bu. Üstadımın anlamı yaran dil akışına girmiştim artık: Hazret-i Mısrî âşıkların diline (=gönlüne) Hû zikriyle hikmet dolduğunu anlatırken şöyle der:

 

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar

Küntükenz’in haznesinden yana yana Hû deyu

 

Yûnus’un şiirlerinde “Hikmet” iki anlamda karşımıza çıkmaktadır diye devam ediyordu üstadım. Birincisi burada anıldığı gibi gönle gelen ilâhî bilgiler, diğeri aklın ürünü olan felsefe anlamındadır. Yûnus bu kavramı ikinci (=felsefe) anlamında kullanırken şöyle der:

 

İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra

Bu bir acâyib sırdır ilme kitâba sığmaz

 

Ya da şöyle der:

İlm-i hikmet okuyanlar aşkdan fakîr durur bunlar

Mansûr oldum asın beni hep dillerde söyleneyin

 

Yûnus bir yerde de “hikmeti tefekkür etmeyen insanın gönül sahibi olmadığını” söyler. Bu mânâda “gönül” ,insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır. İnsanın tamamlanıp gönül sahibi olabilmesi için mütefekkir olması şarttır:

 

Gönül müdür ol hikmeti kılmadı tefekkür

Yâ göz müdür ol yaş yerine dökmeye kanı

 

Cümleyi üstadımdan alarak tekrar ettim durdum: “Gönül, insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır.” Ne anlıyorum bundan? Eşyanın hakikati benim gönlümdeki hakikati bilmem için mevcuttu yani benim için. Eşya kendi hakikatini kendisi anlayamazdı, onu ancak insan anlardı.

Demek ki eşya, insanın hakikat merhalelerine bürünmüş olan kendi suretidir diyordum. Alemdeki her şey bizden birer suret olmalıydı. Üstadımın tabiriyle zerreden küreye… Tefekkür ederken cisimleştirirsem; gezegenlerden, gökadalardan içimizdeki hücrelere kadar her şey. O halde peygamberimizin “bana eşyanın hakikatini göster” niyazı bize müthiş bir ipucu bırakıyordu.

Bir seferinde mânâ bu ya, bir odaya giriyorum her şey havada yüzüyor; benimle kendi lisanlarında bir şey konuşuyorlar. Hepsinin canlı olduğunu görüyorum. İbn Arabi burada yardım ediyordu: “Her şeyin canlı olması, her şeyin konuştuğuna delalettir! “İşte benim gibi çocukluğundan beri kelimelerde can bulan biri için roman yazmak tam da burada anlamına kavuşuyordu. Varlığın bizimki gibi perdeli kulaklara dahi çalınan bir zikri vardı; eşyadan tınlayan bir ses, bir yankı vardı. İşte onu işitmeden duramadığım için yazıyordum.

Yazmakla işitiyordum. Tabii nefsimin kısıtlı seviyesinde, kısıtlı merhalesinden işittiğim için bütünü kuşatamıyordu kalemimden çıkan sözler ama işte ümit vaat ediyordu. Neden olmasındı?

Çocukluğumdan beri içimde saklı Yunusça burada, tam buramdan yarıyordu beni. Yazmamdaki kendiliğinden niyet; okunmaktan önce okumak, işitilmekten önce işitmek olmuştu hep. Yazmak; kendiliğinden ol nefesi çektiğimi, nefes olduğumu öğrenme ameliyesi olmuştu. Kırk yıldır yazıyordum, hatta yayınlamadıklarımdan başlarsak 45 yıldan fazladır yazıyordum ve daima bu dürtü, bu azim yönlendiriyordu beni. Acaba “emin bilgi”ye ulaşabilecek miydim? İçimden çıkarabilecek miydim onu? Bizzat söz olabilecek miydim?

***

 

İmdi Yûnus ne diyorsa hep hocamdan devam ettim işitmeye:

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

“Yani  söz sûrete ulaştı, sûreti harekete geçirdi; sûrete dönüşen de bu söz idi yani sözün sahibi idi.”Böyle bağlıyordu üstadım. Sözün sahibi kimdi?

“Hikmeti bilen ve dili hikmetli söz söyleyen âdem-i mânâ  yani insan-ı kâmildir. Âdem-i mânâ Allah’ın halîfesi olduğuna göre Cenâb-ı Hak henüz gönlü ölü yani bâtını uyanmamış olan sâliki onun dölleyici kelâmıyla diriltir. Bu diriltici kelâm risâletin hâsılıdır, yani ürünüdür. Aslına bakılırsa risâlet sahibi de Hakk’ın kendisidir. Sâdece sûrete bürünmüş olduğu için dünya gözüyle fark edilememektedir.Sûret yani sâlikin vücûdu, söz ile yani kendini diriltici olan söz ile ilk defa ne zaman tanıştı? Aşk meclisinde! Siz buna bezm-i elest de diyebilirsiniz artık…”

Üstadımın her vesileyle hatırlattığı yerdeydik işte. “Ol” emrine itaatin neresindeysek, ‘elest’imizdeki sözün ikrarı oradaydı. Neye evet demiştik, ne kadarını tasdiklemiştik? Nasıl tamamlanacaktı söz ve dirilecekti? İnsan-ı kâmilin sözünü işitmek sadece bir merhaleydi. Ya sonrası?

Üstadım devam ediyordu: “Şu halde  âdem-i mânâ olan insan-ı kâmilin sözü, hikmetli sözdür. Bu söz, ‘ol’ emri olup hayata dönüşür, sûrete bürünür. Hakk’a yakın olanların sûretine değdiğinde hücrelerinden geçip câna ulaşır ve onu uyandırır. Öyleyse Yûnus “Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur” derken şunu demek istiyor:

“Ey Hak ile dostluk kurmak ve ebediyen dirilmek isteyen kardeş! Senin sûretine insan-ı kâmilden değen söz, başkasının sözü değil Hakk’ın sözüdür. Sûrete değen de gelen de kendisidir. Söz de hakîkatin bir sûretidir. Sen bütün bu hakîkatleri, gönlüne doğan hikmetle anlayabilirsin. Zira hikmet, dil ile anlatılsa da gönülde doğar. Velhasıl, insan dil ve gönülden ibarettir! Dili ve gönlü terbiye edilmeyenin geleni gideni anlaması mümkün değildir!”

Üstadım bunları açarken neden Yunusça’nın bendeki kelime azmini bir vakit sırladığını anlamaya başlayacaktım. Kelimelerin peşinden giderek hiç kimseye danışmadan, kimseden etkilenmeden Kehf suresinin 65’inci ayetindeki “ledün” kelimesiyle çarpışmıştım. Musa-Hızır kıssasındaki Hızır kelimesinin peşinden o kadar çok koştum ki nerelere götürdü beni, ne romanlar yazdırdı…

Meğer elest bezmindeki “belî” sözümün peşinden gidiyormuşum, onu dudaklarımın arasından çıkaracağım an için yazıyormuşum. Bilmeden hayal ederek, rüya görerek…

İkrar anlamına gelecek olan tasdik, kelimelerin içinde yaşayan benim gibi biri için susmadan mümkün değildi. Sözün sahibi kadar sözsüz kelamın da sahibi “bir” imiş! Hızır’la Musa’nın yolculuğu sürüyordu ama bu merhalede yazmayı sırladım.

 

Sûretler ün diyemez söz kendisiz söylenmez

İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır

 

Üstadım bunu şöyle açmıştı: “Sûretler müstakil birer varlık olmadıkları için kendiliklerinden seslenemez; söz kendisiz olmadan yani Hakk’ın kudreti, tecellîsi olmadan söylenmez. İşler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeyle yani bir sûretten kendini gösterir.”

“Vücûd Hakk’ındır” diyordu ve nihayetlendiriyordu: “Sûret ve sûretlerin kendilerine mahsus müstakil vücûdları olmadığından kendilerine mahsus bir sesleri de yoktur. Sıfât zâttan ayrı düşünülemez. Sözün ‘kendisiz’ yani sahibi olmadan söylenmesi mümkün değildir. Sûret zâta perde olduğu için sözü söyleyen ve davranışları gerçekleştirenin sûret yani insan olduğu sanılır. Halbuki bütün oluşlar, söz ve davranışlar risâlettendir. Her oluşun arkasında risâlet gücü vardır. Fakat sıfatlarla perdelendiği için, işlerin iç yüzü bilinemez. Başka bir ifadeyle bütün işler ve oluşlar sûretlere bürünen birer risâlet sırrıdır. Bununla kastedilen şey, ilk nûrdur.

Varlık bu ilk nûrun açılmış şekli, Hazret-i Peygamber de bu ilk nûrun en mütekâmil zuhûrudur. Eşyâ denilen tafsilat bu ilk nûra verilen ‘Kün’ (ol)  ilâhî emriyle meydana geldiği için bütün işler ve oluşların kaynağı risâlettir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse varlık risâletten yani resûlden ibârettir.

Resûl bu ilk nûru taşıyandır, nebî ise bu sırdan haber veren kişidir. Söz Hak’tır fakat risâlet sırrı nebî ve onların vârisleri olan kâmillerin diliyle dilden dile, gönülden gönle aktarılır. Başka bir ifadeyle işler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeden yani bir sûretten kendini gösterir. Öyleyse Yûnus ‘İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır’ diyerek bizi çokluktan birliğe çekmeye çalışmakta, oluşun kaynağını göstererek vahdette tutunmamızı istemektedir.”

Evet, sus Yunusçası müthiş bir ses işittiriyordu üstadımın sesiyle. Kelimesiz bir ses,  benliksiz bir nefes. Yoksa açarken nasıl örtecekti kendini? İşte Yunusça böyle konuşuluyor böyle işitiliyordu. Aşkın olduğu yerde söz bitiyordu.

Varlığın anlamı kelimede değil harfteydi. Ama dil hikmetin yolu olsa da yolculuk kelimeye sığmıyordu. Harfe dönmek, dürülüp bükülüp noktada susmak ve yok olmak gerekiyordu. Öyleyse benlik “aradan” çıktığında yani huy sükût ettiğinde “Hu” nefesiyle canlanan söz kendinden kendine ‘ol’maya devam edecekti.

Diğer Yazıları

YUNUSÇA’YA YUNUS ÖDÜLÜ

Şairce konuşarak sözü kitaba döküyordu her yaştan dertliler. Nitekim Yunusça’nın babası tabir ettiğim hocam Mustafa Tatcı da burada ikincisi düzenlenen uluslararası şiir ve edebiyat günlerinde Yılın En iyi Yunus kitabı […]

SUS YUNUSÇA!

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir