Sürekli dışarıda bir şeyleri arar gibi insan. Gökyüzüne, insanların yüzlerine, denize bakarak anlamlandıramadığı bir şeyleri çözmeye çalışır gibi. Dünyada siyah ve beyaz olarak nitelendirilebilecek sınırlı sayıdaki meselelerden biri de budur belki. İnsanın, kendi içinde araması gerektiği bir şeyi dışarıda bulmasının zor, hatta imkânsız oluşu. Kendi merkezinde dengesini bulamamış bir insan, dışarıda nasıl dengesini bulsun?
İnsan kendi içindeki başkente, kendi merkezine, gönül ülkesinin serhaddine dizilmiş düşman askerlerini vura vura yaklaşır. Yok ola ola merkezine doğru ilerler. Sünbül Sinan’ın “Sen bu dairenin merkezindesin, şeriat ve tarikatta hod merkezsin,” dediği halifesi Merkez Efendi, hangi dairenin merkezindedir? Merkez Efendi merkezi bulunduğu o fenâ dairesini de, o dairenin merkezini de kendi içinde aramış olsa gerek. Ve o derûndaki merkezi bulmaya talip olanlara da Merkez Efendi ve onun gibi erenlerin menkıbeleri karanlık bir denizdeki fener gibi.
Şeyh Musa Merkez Muslihuddin Efendi… Kaynaklara göre Denizli’nin Sarı Mahmudlu köyünde doğmuş. Adı, Karaman’a gidip Şeyh Habîb-i Karamanî ile tanışana kadar Musâ, Habîb-i Karamanî ile tanışmasından sonra Musa Muslihuddin. Ve nihayetinde Sünbül Efendi’ye bende olduktan sonra da Şeyh Musa Merkez Muslihuddin Efendi. Menakıbı da, bilhassa mânâ bakımından sanki kendinden öncekilerin hikayelerine benziyor az çok.
Sahibi Gelir Zaman İle Zahir Olur
Nazar-ı ârif-i billah erişince cânâ
Baş eğer mi bu cihân içre olan sultânâ
Babaannesiyle mukabeleye giden küçük çocuklar vardır. Daha Yâsin sûresi bile bitmeden babaannelerinin eteklerini çekiştirir, “Babanne, “Hani pilav yemeye gelmiştik, ne zaman pilav yiyeceğiz,” diye sorarlar, babaanneler de o “Anadolu bilgesi” tavrıyla torunun saçını okşar, “Vakti gelince pilavı yiyeceksin,” der. Hem çocuğa pilavı yedirecek olan babaanne değildir ki, kaşık kimin elindeyse onun elinden yenir o pilav. Çocuk, o mukabele evine sırf pilav ümidiyle gitmiştir ama, mukabele tamama ermeden, pilavcı meydana girip de vakti gelmeden pilav yenmez. Vakitsiz pilav bile yenmez ise, vakti gelmeden Musa Efendi’ye sünbül kokusu duyurulur mu Koca Mustafa Paşa cihetinden? Hani yukarıda adı geçmişti Habîb-i Karamanî’nin, iyice bir değinelim: Musa Efendi ilme ve tasavvufa temayülü olan bir kimse olarak yetiştiğinden, Karaman’a Şeyh Habîb-i Karamanî hazretlerine intisap etmek niyetiyle gider. Lâkin Habîb-i Karamanî hazretleri Musa Efendi’nin intisap talebine, “Zamanın değildir, bizim yüzümüzden olmaz, sahibi gelir, zaman ile zahir olur,”cevabını verir, bir de ona “Muslihuddin” lakabını vererek, vaaz vermesini tavsiye eder. Bunun üzerine Musa Efendi hem “Musa Muslihuddin Efendi,” hem de Ayasofya Camii’nin vaizi olur.
Demek ki Musa Efendi’nin nasibi Habîb-i Karamanî’de değilmiş, Merkez Efendi’ye pilavı yedirecek kaşık başka birinin elinde belli ki.
Rüyayı Tabir Eden Sünbül Efendi
Mübeşşerdir salâh ile olub görülse gîr-i rü’yâ
Tenezzüle terakkisi senin oldur evvelîn gûyâ
Hangimizin hoşlanmadığı, reddettiği, “Sevmiyorum,” dediği şeyler, eninde sonunda şahlanıp karşısına çıkmamıştır ki? Biri çıkmasa başkası çıkar, insan sevdiğini zaten sevmektedir de, her yerinden yoklanır insan, özellikle de sevmediği yerden. Belki de irşad sevmediğin yerden gelecektir çünkü, belki de nasibini bulmana vesile o sevmediğindir. Anadolu’da bir laf vardır, “Büyük lokma ye, büyük konuşma.”
Merkez Efendi’nin şeyhi Sünbül Efendi, Cemaleddin Halvetî’yi reddetmişti, en sonunda ona bende, hatta halife oldu. Merkez Efendi de Sünbül Efendi’yi reddetti. Reddetti etmesine ama, kimlere kimlere, hatta o vakitler intisaplı olduğu Etyemez Tekkesi şeyhi Mirza Baba’ya bile tabir ettirip, tabirlerinden tatmin olmadığı bir rüya görene kadar. Rüyası ne idi Merkez Efendi’nin, bunu bilemiyoruz ama, daha sonra gördüğü bir rüyayı şöyle anlatıyor menakıblar:
Musa Muslihuddin Efendi, güvendiği pek çok kimselere tabir ettirip yine de tatmin olamadığı bir rüya görür. Vakti bu rüyanın merakıyla geçerken bir rüya daha görür ki, rüyasında, reddettiği Sünbül Efendi, Musa Muslihuddin Efendi’nin yanına gelir. Musa Efendi de kaçacak delik arar vaziyette, bir hücreye kendini kapatır, hücre kapısının arkasına ne bulduysa doldurup kendisi de dayanak olur. Lakin hiç Sünbül Efendi, emanetini teslim edeceği halifesini bırakır mı? Zorla kapıyı açar, içeri girerek kimselerin tabirinde muvaffak olamadığı o rüyayı tabir eder.
Uyanıp da soluğu Sünbül Efendi’nin huzurunda alan Musa Muslihuddin Efendi, huzura vardığında hırkası ile tacı bile hazırdır. Üstüne bir de Sünbül Efendi huzuruna giren Musa Muslihuddin’e: “Musâ Efendi! Kapıya dayak dayadın, kendin de dayandın ama fayda etmedi,” der. Musa Muslihuddin Efendi, Sünbül Efendi’nin elini öper, hırkasını tacını giyer. Sünbül Efendi de, Musa Muslihuddin Efendi’ye:
“ Sen, mertebelerini kemâl ile tamamlayanlardansın, şeriat ve tarikatta tam merkezdesin, senin adın Merkez olsun, der. Bundan böyle adı tamamlanmıştır Merkez Efendi’nin. Şeyh Musa Merkez Muslihuddin Efendi…
“Nefh-i Hayât Eyleyen Nefesidir Kâmilin”
“Hak yolunun rehberi nefesidir kâmilin/ Dil tahtının serveri nefesidir kâmilin,” diyor Niyâzi Mısrî. Bir başka nutkunda, “Mürşidi olmayanların mürşidi şeytân imiş,” de diyor. Şu iki meşhur beyti birleştirip bir anlam çıkarmaya çalışınca, “önce mürşid, sonra da onun nefesi,” diye bir şeyler düşüyor gönüle. Mürşid o kişi olmalı imiş ki, nefesiyle ölü kalplere hayat versin. Merkez Efendi’nin de bir hikayesi var, her yüzyıla “Nefh-i hayât eyleyen nefesidir kâmilin,” diye bağıran.
Merkez Efendi, Fatih Camii’nde vaizlik yaptığı sıralarda, karşısına bir Hintli çıkar, Merkez Efendi’ye selam verir. Merkez Efendi de, Hintli’ye, “Haydi benimle gel de tekkeye gidelim, Allah’ın izniyle işin kolaydır,” der. Bu sırada Merkez Efendi’nin müridleri de yanındadır elbette. Yaşanan olayı gören müritlerden biri Hintli’ye yaklaşarak, “Efendinin sana nazarı var, çabala ki nasibine erişesin,” diye tenbihte bulununca Merkez Efendi Hintliyi yanına çeker, “Kâmil mürşid, istidâdı olanı değil, talepli olan her kim olursa olsun onu bir nefesiyle kâmil eyleyen kişidir,” der. Bizler ciğerlerimize çektiğimiz nefese dahi birkaç dakika ara versek boğulacak gibi olurken, kâmil nefesi olmadan mânâ yolunda yürünmeyeceğini nasıl da güzel sezdiriyor bu menkıbe.
Nükte: “Her Şey Merkezindedir”
Çıktı bil dâire-i devr-i fenâ’dan Merkez
Oldu hem dâr-i bakâ’a âna câ’ü Merkez
Merkezde olmak, merkezi bulup dengeyi sağlamak, biraz da yüz buruşturmamakla, “Eyvallah” demekle başlar belki de. Kâmillerin de huzuruna varınca, sofrasına oturunca, “Ne verilirse al,” der büyükler. “Ne verilirse al.” “Eyvallah,” diyememek vahdeti bozmak olur. Çünkü, noksanlık vahdete, eğrisi de oduna dahildir. Vahdet bilincini incelikle yansıtan bir nükteli hikayesi var Merkez Efendi’nin, dilden dile dolaşan…
Sünbül Efendi, dergahında sohbet verirken dervişâna sorar:
“Allah, tasarrufunu size verse, dünyada neyi değiştirirdiniz?” Bu pek basit gibi görünen, sehl-i mümtenîye müridler zahidâne cevaplar verir:
“Ben, içki belasını silerdim dünyadan.”
“Ben, herkesi Müslüman yapardım.”
Sıra Merkez Efendi’ye gelir:
“Hiçbir şeyi değiştirmezdim efendim, Allah’ın kurduğu bu kainat düzeni içinde, her şey yerli yerinde, merkezindedir,”
Bu nüktenin anlamını kuvvetlendiren de bir nutku var Şeyhî Muslihuddin Mustafa Halvetî’nin:
“Vahdet meyini içmişiz biz mest ü hayrân olmuşuz
Cân u cihandan geçmişiz ol dosta mihmân olmuşuz
Ol yâr ile yâr olalı kamu varlık fenâ buldu
Geçip dünyâ vü ukbâdan biz ne aceb cân olmuşuz
Biz salmışız zevrakımız yârin visâli bahrına
Gark eylemez katre bizi biz bahr-ı ummân olmuşuz
Lutf eylegil vâiz bizi korkutma cehennem ile
Aşk âteşiyle kâl olup biz bunda biryân olmuşuz
Biz bu fenâ meydânında vücûdumuz ifnâ edip
Bu cân u başa kalmayıp çün merd-i meydân olmuşuz
Âr ü nâmûsdan geçüben kulluğa çün bel bağlayıp
Vahdet câmını nûş edip mülk üzre sultân olmuşuz
Şeyhî bu yolun rehberi dertli isen gel sen beri
Derdi olan âşıklara biz bugün dermân olmuşuz”
Mevlanakapı’da Bir Külliye
Hulvî gam çekmez idik devr-i felekde bir kez
Hoş nazar etse sana kutb-i cihân şeyh Merkez
Bunca sözü sarfettik de, peki bu Merkez Efendi’nin türbesi nerededir? Öyle düşünüyorum ki türbesinden de ayrı bir başlık altında bahsetmek gerekir, çünkü o bölgede sadece Merkez Efendi medfun değil. Ayrıca türbenin olduğu bölgede önemli mekanlar da mevcut. Merkez Efendi’nin türbesine, Cevizlibağ tramvay durağının hemen yanındaki caddeden dümdüz yüründüğünde varılır. Şimdi o caddede her yer inşaat yeri, toz toprak içinde olsa da, merkeze tozu toprağı tepip temizlemeden varılmayacağı yönünde bir hissiyat ile, bu yolu yürümenin daha tatlı bir iş olduğu tecrübe edilir. Türbeye doğru varılırken sağda kalan Yenikapı Mevlevihanesi ziyaret edilir, aşk ve sema atmosferi solunursa, işte o zaman ayaklar iyice Merkez Efendi türbesi yönüne doğru teveccüh edecektir. Külliyenin kapısından içeri girer girmez yukarıda anlaılan menkıbelerden kesitler akla gelir, ziyaretin anlam dairesi iyice dolar. Türbenin içine girildiğinde sizi sandukalardan evvel, merkezde bulunmayı adet edinmiş bir sürü ihtiyar teyze karşılayacaktır. Bu teyzelerle selamlaştıktan sonra, ziyaret başlar. En büyük sanduka Merkez Efendi’ye ait olup, külliyenin içinde Şeyh Seyyid Mehmed Nurullah Efendi, Şeyh Seyyid Mustafa Efendi, Şeyh Seyyid Ahmed Mesud Efendi, Şeyh Mehmed Nureddin Efendi, ve Merkez Efendi’nin halifesi Şeyh Seyyid Mustafa Muslihuddin Efendi gibi zatlar medfundur. Hazirede ise, Kenan Rifâi ve hane halkının, ayrıca Samiha Ayverdi’nin de kabirleri bulunmaktadır. Merkez Efendi’yi ziyaret etmeye giderken, hem merkeze doğru yürüyüşün sembolik bir provası yapılacak, hem Merkez Efendi ile birlikte pek çok ehl-i kubur ziyaret edilecektir.
Kaynaklar
Tatcı, M., Şen, Y., Yıldız, M.,(2017), Erenler Kitabı/ Tezkiretü’l Has, (1.Baskı),İstanbul: H Yayınları
Tatcı, M.(2018), Ey Gönül-Niyazî Mısrî Divânı Şerhi, (1.Baskı), İstanbul. H Yayınları
http://teis.yesevi.edu.tr/madde-detay/merkezi-seyh-musa-merkez-muslihiddin
https://islamansiklopedisi.org.tr/merkez-efendi
Bir cevap yazın