DİRİLİŞE ÖNDERLİK EDEN BİR MÜCAHİDE: SAMİHA AYVERDİ

Kimlikler yara sarar. Batılı modernlikle karşılaşan, çarpışan batı dışı dünyanın kadim bilinci yaralanır.  20. asır Türkiye’sinde kimlik arayışları hep bu yarayı tımar etme arayışlarıdır. Gökalp’in meşhur teslisi üzerinde hem Müslüman Türk olarak kalabilmek hem de afakını çelik zırhlı duvarın sardığı garba bir cevap verebilmek arayışı milliyetçi muhafazakar düşünün temel problematiğidir. Bu arayışların en özgün terkiplerinden biri herhalde Samiha Ayverdi’ye ait olanıdır. Bir millet mistiğidir o. Bozkurt anadır. Düşünen, cevap arayan Müslüman Türk kadınının güzide bir örneğidir. Samiha Ayverdi’nin düşünce dünyasını, medeniyet anlayışını, kültür ve maarif davasını Elçin Ödemiş kaleme aldı.

 

“Türk milleti ve Müslümanlık için kendini adayan bu aziz insan, usanmayacağımız, her dem doğan, yaşayanlardan olmuştur. O ezel anasının doğurduğu ulu kişilerdendir.

İşte bozkurt ana, vatan ana, alperen ana… Anne olan Sâmiha Ayverdi, kendisine kimsin sen?  diyenlere şöyle seslenmiştir:

Kim olduğumu söyledim. Müslüman ve Türk’üm elhamdülillah. Sıfatımın da sıfatsızlık olduğunu tekrar edebilirim. Esasen cesaretim de yokluğun verdiği bu huzurlu varlıktan ileri gelmektedir vesselâm.””

Elçin Ödemiş
ABAD Blog 'la paylaştı.
02.02.2022

 

 

blankOğuz Kağan yeni topraklar edinmek için yola çıkar. Tan ağarırken çadırına bir ışık hüzmesi içinde görk yeleli kurt gelir ve ona rehberlik edeceğini söyler. Günden beri Türk’e önderlik eden ak yeleliler, aksakallılar var olur. Aksakal, bilgeliği ve aklı temsil eder. Türk’ün akıl anlayışı salt görünen değil görünmeyeni idrak edip hakikati bulmak, onu tanımaktır. İşte Aksakallılar bize hakikâtleri gösteren er kişilerdir. Devleti devlet yapan, töreyi kuran bilgelerdir. Onların ezel âleminin içinde yer alır, fanî dünyada elbise giyer, çıkarırlar. Türk’ün bilgesi er kişidir, onun cinsiyetine hüviyetine bakılmaz. Hakk’ın divanında belli olan, takvaya sarılan, kem nazarla bakmayan, gafil olmayan, Mevlâ’ya erişen kişi demektir. İşte bu erler biz Türklere, Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi’ni, anlatan, öğreten, uğrunda yok olmayı belleten kâmil İnsanlardır. İslâmla tanışan Türk, yaradılış gayesini çok iyi kavramış, bunu hayatın her evresine ve devlet yapılanmasına da yansıtmayı başarmıştır. Kızılelma’sı olan İllayıkelimetullah’ı, görk yeleli kurtlar önderliğinde gerçekleştirmeye devam ederler. Kadim Türk tarihinde, değişen devirler çağlar boyunca görk yeleli, görk gözlüler var olagelmiş ve gelecektir.  Onlar sadece elbise değiştirirler. (Eski dil don değiştirme) 20.asrın Müslüman Türkleri’ne önderlik eden, görk yeleli ve gözlü isimlerinden biri de Sâmiha Ayverdi’dir.

Sâmiha Ayverdi, sadece bir edebiyatçı değildir.  Sadece mütefekkir ve yazar da değildir. O yazısını yazıp elinde kahve fincanıyla boğaz manzarasını izleyip, sokakta gördüklerini kâğıda dökmez. Bizâtihi sahteciliğine aldanmadan fani dünyanın içindedir. Hayal dünyası yahut inzivâ halinde yaşamaz. Kendi yurdunu, insanını beş duyusu ile tetkik eder.  O, anâsır-ı erbaa’yı hakikatiyle vücudunda cemetmiş olduğundan, beşeri, yurdunu, İslâm âleminin vaziyetini, gidişatını doğru tespit etmiştir. Tetkik neticelerini kaleminden çıkan derunî harflerle bize aktarır. O, kalemi tutanın kendi eli olmadığını her dem yeniler. Bu yüzdendir ki kaleminden damlayan kelimeler insanın idrakine nüfuz eder. Bize aktardığı her çıplak hakîkatin sonunda nasıl feraha çıkacağımızı da kırmadan incitmeden, yeise düşürmeden nasihat eder. Şaşalı, entrikalı hikâyeler aktarmaz, yanı başımızda gördüğümüz, küçük, sıradan görünenler üstünden, bizi biz yapan değerlerimizi anlatır.

 

blankBu yüzdendir ki sadece yazar değildir, çünkü o insan yetiştirmeye kendini vakfetmiş, Müslüman Türk toplumunun toprak altında kalmış ‘yada’ taşını yeryüzüne çıkarmaya adamıştır. Müslüman Türk’ün, yada taşının gücünün, aşkta yani Allah ve peygamber aşkında olduğunu sohbetlerinde, yazılarında, konferanslarında söyleyip durmuştur. Gönül çerağımızı yakıp, nefs mağaramızdaki yedi başlı ejderden kurtarmak için yorulmadan mücadele eden yiğittir. Beşeri insan yapmak için mücadele verirken aynı zamanda milleti millet yapan değerleri muhafaza eder. Muhafazakârlıktan anladığı; olduğu gibi korumak değil, çağa uygun yeniden dirilişi sağlamaktır. Diline, tarihine, sanatına sâhip çıkmayan toplumların âkıbetinin yok olmak olduğunu söyler. Mimarimizin, musîkîmizin, san’atımızın, şiirimizin ve Türk’ün Türk olan değerlerinin her birini korur kollar. O, Osmanlı’da kuzeyyıldızı olmuş, Türk İslâm medeniyetini yeniden diriltmek; yeniçağa uygun, yüksek, dünyaya yön veren medeniyet sevdasının peşindedir. Bu yolda “kim benimle?” demez, silahını kuşanıp, Yunus gibi heybesini yüklenir, sırtını Allah’a dayayıp yola çıkar. Peki, onu bu kadar yiğit, korkusuz bir er kişiye döndüren kuvvet ne idi?  Bu kuvvet sırrını nerede aramak lazımdır?

Onun bu sırrı, peygamber efendimizin şu kıssasında gizli olsa gerektir.

Peygamber efendimizi öldürmek üzere gelen Gaves “Ey Muhammed, benden nasıl korkmazsın elimde kılıç var, seni kim koruyacak?” der. İki cihan serveri tarafından “Allah” cevabı verilir, bunun üzerine Zü’l-celâl ve’l-ikrâm tarafından yardımına gönderilen Cebrail düşman elindeki kılıcı düşürür, kılıç peygamberimizin eline geçer. Adı güzel Hz. Muhammed (s.a.v), Gaves’e “Peki seni şimdi kim koruyacak?” der. İşte, milleti millet yapan değerleri koruyan, onu yaşatan Sâmiha Ayverdi Hanımefendi, peygamber efendimiz Hz. Muhammed’i kendisine şiar edinmiş, sırtını Allah’a dayamıştır. Onun tek güvencesi, mülkümüzün sâhibidir. Medeniyet kuruculuğunda baş saflarda yer alan Mücahide Hatun, vaktin sâhiplerindendir. O, Yunus Emre için ezel anasının doğurmuş olduğu ulû kişi demesini bizler de kendisi için kullanabiliriz. Hayatının her aşamasında aksiyoner olarak yer alır, salt düşüncelerle, kalem ile aktarmaz, yetiştirmez, önderlik etmekle kalmaz. Olmasını istediği ne varsa, onu yapmak için harekete geçer. Bu yüzdendir ki fikrini aksiyona çeviren nadir kişilerdendir.

Kölelikten Efendiliğe kitabını Hicri Takviminin 1400 yılında İslâm âlemine yazmıştır. İçinde devlet reislerine yazılmış mektuplar da bulunur. Bu küçük risâle bir kılavuz niteliği taşır. Siyâsetten arınmış, onun mazgalından bakmayan, ilim ve îmanı hareket noktası kabul eden bir İslâm birliği ister. Kölelikten Efendiliğe kitabı Müslüman milletleri Îlla-yı Kelimetullah’a davettir. Yazmış olduğu bu risâleyi, bir fantezi ve hevese kapılarak aceleyle yazmadığını belirtir. İslâm âleminin içinde bulunduğu horlanış ve ızdırabın gün yüzüne çıkmasını istemiştir. Ve çamura saplanmış bir halde uyuyakalan Müslümanların uyanıp çamurdan çıkması için yazmıştır. Bu mektuplara gelecek olan eleştirilere, özellikle kim oluyor da yazıyor diyenlere kendisinin cevabı nettir. “Müslüman Türk kadınıdır.”

Bozkurt ana olan Sâmiha Ayverdi, bu risâlede dikkati başka bir yere çeker. Batı dünyası, bâtıl inanışlarını, yakıştırma naslarını kendi hüviyetine ait ne varsa her zaman diri tutarak, şâşalı kutlamalar yaparak kitleleri etkilemeyi başararak, onları her dâim Doğu dünyasına özellikle Müslüman Türk’e karşı ayakta tutmayı başarmıştır. Peki, Müslüman Türk ve Tüm İslâm âlemi ne kadar uyanıktır? Ve kendisine hain tuzaklar kuranlar karşında ne yapmaktadır? Bunların cevabını da yine kendisi verir. Hicrî takvim kutlamalarının da yaptığı bu mektuplar bir öncülük örneğidir ve önemli günler içinde geçerliliğini de korur. Yine aynı şekilde eski güzel âdetlerimizi yaşatmak için harekete geçer. Ad koyma, çocuk iftarı (1957 yılında ilk kez kendileri yeniden bu âdeti başlatmıştır.) âmin alayı, sema çıkarması; usulüne uygun şekilde semâzenlik öğrenme konusunda yine öncü kişidir. O her dâim Müslüman Türk’ün derûnî ve ledunnî kıymetlerini ayakta tutmayı kendisine vazife bilmiştir. Bu mevzularda uyarıcılığını her platformda sürdürmüştür. İşte o, dağılmış İslâm âleminin kenetlenmesi gerektiğini bunu yapacak olanların da gönülleri kararmamış, iman ateşiyle yanıp tutuşmuş, vatan ve millet aşkıyla dolu, şuurlu, şahsî ihtirastan uzak, siyasî kaygı gütmeyen devlet adamları, bürokratlar, münevverler ve âlimler tarafından olacaktır.

Koca Mehmet Akif Ersoy,

Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda,

Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.”

Mısrasındaki imanı ve vatanı için her şeyden vazgeçmiş olan Türk’ün son devirlerde, bu ihtişamlı tarihî vazifesinden, Allah’ın Türk milletine bahşetmiş olduğu İslâm’ın sancaktarlığından ayağının kaymış olduğunu, Îllayıkelimetullah gāyesinden uzaklaştığını üzülerek bizlere söyler.

“Kölelikten Efendiliğe”de, tüm İslâm âlemini dâvet eder. Kültür emperyalizmi ve ithal düşüncelerle Türk’ün ve tüm İslâm âleminin, diş bileyen düşmanlar tarafından boğazına takılmış köle zincirlerinden kurtulması gerektiğini, sadece Anadolu’ya değil tüm dünyaya haykırmıştır.

Mensubu olmaktan Allah’a hamd ettiği Türk milletine ise siyasî ve medeniyetin belkemiği olan, Osmanlı, Selçuklu Devletleri’nin sırrını iki kelimeyle açıklar: Tevhide dayalı devletçilik anlayışı.

Sâmiha Ayverdi için İslâm, dünyanın direğidir. Onun için Müslüman dünyasının uyanışı kâinatın salahıdır. Müslümanın gaflet uykusunda gördüğü rüyalar kâinatın kargaşalığını ve fesadının işaretidir.

Misyonerlik Karşısında Türkiye” kitabında ise Hristiyan dünyasının Müslüman ve Türklere bakış açısını, gayelerini gözler önüne serer. Misyonerlerin kol gezdiği, Türk İslâm coğrafyasındaki faaliyetlerin amacı; Türk’ü Türk yapan aslî unsurdan yani İslâmdan uzaklaştırmak ve emperyalizme köle yapmaktır. Misyonerlere gönderdiği mektuplar onun tek başına açtığı mücadeleye şâhitlik eder. Her iki dünyayı birbiriyle kıyaslarken bizlere o kadim, ulvî değerlerimizin asıl kaynağının imanımız olduğunu gösterir. Bilge Kağan’ın “Ey Türk titre ve kendine dön” sözünü 1400 yıl sonra postunu giymiş, yeniden diriltmiştir.

Batının sunduğu düşüncelere kapı açan, onları baş tacı eden her ferde uyarı yapmayı ihmal etmez.

“Peygamberimizin kıyamete kadar sürecek bir hak ve hakikat direktifi olan veda Hutbesi, 632 senesinde söylendi. Gözlerini uyuşturarak gafletlerinden uyanmaya çalışan Garplı devletlerin İnsan Hakları Beyannamesi ise 1789’da yayımlandı.

Görülüyor ki Haçlı Garbın emekleyerek elde etmeye uğraştığı ferdî hürriyet ve istiklâl, İslâmiyet’in zuhuru ile beraber doğmuş; her geçtiği yere de tesirlerini beraber götürmüştür” (Misyonerlik Karşısında Türkiye)

Hangi millet olursa olsun din ve imanı boş kalmış ise onun bu boşluğundan faydalanmasını bilen zümrelerin faaliyetleri alıp yürüyecektir. Sâmiha Ayverdi, gittikçe iman noktasından uzaklaşan Türk milletinin yürüdüğü yolda karşısına çıkıp yanlıştan dönmesi için uyarmıştır. Uyarmakla kalmamış, her doğanı kendi evlâdı gören bir anne olarak tek dişli canavarın karşısında set olmuştur. Onun bu tür faaliyetlere verecek, heba edecek bir vatan evlâdı yoktur. Gençlere el uzatan, onların gönüllerini karartan her oluşumun karşısında durmuş, elini taşın değil ateşin içine sokmuştur. Ateşe atılmaktan, sindirilmekten korkmamıştır. Türk milletinin üstüne atılan lavları iman aşkıyla söndürmek için ön saflarda yer alan cihad eridir.

Kaybolan Anahtar, Ne İdik Ne olduk, Dünden Bugüne Ne Kaldı, Arkamızdan Dönen Dolaplar, Türk Rus Münasebetleri ve Muhabereleri, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, millî gāye ve hafızamızı canlandırmak, bizleri uyarmak üzere yazılmış eserlerdir.

Millî Kültür ve Meseleleri ve Maârif Davamız, öğretmenbürokrat ve kültür insanlarının okuması zarurî olan rehber kitaplarının arasında saymak yeridir. Burada ele aldığı konular kanayan her yaramızın merhemini anlattığı gibi medeniyeti nasıl kuracağımızı da tek tek açıklar. Ona göre, aydınlarımızın temel sorunlarından birisinin millî hafızadan, gayeden ve kendi değerlerinden uzaklaştıran düşüncelere kapılıp gitmesidir. Sâmiha Ayverdi’ye göre aydınlarımız, fikir dünyasının millî maârif süzgecinden geçmeden, Batı menşeli her değere yatkın ruh haleti içinde olduklarına, halkın batıya kuşkuya bakmasına rağmen münevverlerin ona koşmakta, öz benliğinden kaçmaktadır. Kaybolan Anahtar kitabında bu düşüncelerine rastlarız. Halk ve münevver arasındaki bağın kopuk oluş nedenlerinin başında, kendini araç olarak gören bürokrat ve siyasîlere güvenmemesi, aydınlarımızın Türk irfan ve imanını yıkmak, küçük düşürmek isteyenlerle kol kola olması neticesi kafalarına bu tohumların ekilmesidir. Bunun sonucunda da halkın inanç ve töresinden uzak yaşayışı vardır. Bir diğer etken ise devletin her dâim bu hâkim zümre aydınların saflarında yer alması, onun devletine olan güvenini de sarsmıştır. Sâmiha Ayverdi halkın tek güvendiği zümrenin din adamları olduğunu söyler. İşte halk ve münevver arasındaki düğümü çözüp birleştirecek olan din adamlarıdır. Bu önemli zümrenin cehalete teslim edilmemesi, bilgi ve irfandan uzak merdiven altı din tüccarlarının elinden kurtarılması elzemdir. Bilgi ve irfan sofralarında yetişen, memleket aşkıyla dolu, ilerici bir ruh ve kafa yapısına sahip mücahid ruhlu münevver din adamlarının yetişmesi mühim bir konudur. Çünkü vatanperver, ilerici münevver hocalar kütleyi dış saldırılara karşı uyaracak en önemli kuvvettir. (Bknz. Millî Kültür Meseleleri ve Maârif Davamız)

“Hatta ve belki köyden de evvel, gafletlere bürünmüş ve târihi gerçeklere sırt çevirmiş şehirli münevveri uyandırmak îcap etmektedir. Zîra münevveri câhil olan bir memleket, düşman orduları ile yaka yakaya cenk eden herhangi bir memleketten daha büyük tehlikelere mâruzdur” (Millî Kültür Meseleleri  ve Maârif Davamız)

Bozkurt ananın rehberliğinde, Türk milletine millî şuuru nasıl inşa edilecektir?

Medeniyet ve millî şuur inşasında, sanata çok mühim bir vazife verir. Sağa hizmet eden sanatçıların, saz şairlerinin âşıklarının en ücra köylere giderek cer hocaları gibi “Millî şuuru” oluşturmaları gerektiğini söyler. Sivil toplum kuruluşları kurarak Türk sanatının yaşaması sağlanmalıdır. Bizâtihi kendisi birçok dernek ve vakfın kurulmasına öncülük etmiştir.

Sadece münevver din adamları ve sanatkârlara da iş düşmez, gençlere de aynı şekilde vazife vermiştir. Sol görüşlerin misyonlarına karşı şuurlu, münevver ve vatanperver gençlerden oluşan ekiplerin, vatan aşkıyla bunların karşıların da saf tutması gerektiğini, mücadele vermesi gerektiğini söyler. Yanında yetiştirdiği birçok talebesi onun bu sözlerinden hareket ederek vatanın her ücra köşesine gönüllü olarak gider.

Göründüğü gibi sadece tetkik değil Türk milletine de tedavisini sunan biridir. O bu görüşlerini, insanda da tatbik etmiş, bugün Türk kültürünü, irfanını yaşatan, hareket noktası imanı olan, vatan aşkını kendisine vird edinmiş münevverler, bürokratlar, doktorlar vs yetiştirmiştir.

Evet, o neden “Bozkurt Anadır?” denildiğinde, Oğuz Kağan’ın karşısına çıkıp beni takip et diyen, ona yol yordamı gösteren Gökbörü’nün yaptığını yapmamış da ne yapmıştır? O, “Hani Görk Börü nerede?” diyen evlatlarına “Buradayım” demiş, onun sıkışıp kaldığı, gerek gönül dağını gerek dış yurdunu ithal düşünce işgalinden kurtarmak için eritmiştir. Türk’e bilgelik eden öncülerden olmuştur.

Türk milleti ve Müslümanlık için kendini adayan bu aziz insan, usanmayacağımız, her dem doğan, yaşayanlardan olmuştur. O ezel anasının doğurduğu ulu kişilerdendir.

İşte bozkurt ana, vatan ana, alperen ana… Anne olan Sâmiha Ayverdi, kendisine kimsin sen?  diyenlere şöyle seslenmiştir:

Kim olduğumu söyledim. Müslüman ve Türk’üm elhamdülillah. Sıfatımın da sıfatsızlık olduğunu tekrar edebilirim. Esasen cesaretim de yokluğun verdiği bu huzurlu varlıktan ileri gelmektedir vesselâm.”

Not: Dünya Bizim sitesinden yazarın izniyle alıntılanmıştır.

Diğer Yazıları

YERYÜZÜNDE YALINAYAK

İçten dışa, dıştan içe; seferlerimiz... Yeni yılın ilk yazısı Leyla İpekçi'nin kaleminden. Dünya, bütün hikayemiz burada, yol arkadaşlığımız. Çıkıp gidemeyeceğimiz içimiz dışımız. Kimine cife, zindan, cehennem. Kimine cennet. Kimine ateş [...]

BENLİK KİBRİ; ÖĞRENMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL

Ben bilirim egosu. Bilmeyi kartvizite, unvana, diplomaya, sertifikaya sıkıştırmak.  Kendimizi bilmekten, varlığa faydalı olmaktan çok adımızdan söz ettirmek, unvan, itibar, makam için  öğrenmek. Leyla İpekçi öğrenmenin, bizi aslımızla sürekli irtibat [...]

ÖĞRENMEK KALPTEN KALBE GEÇİŞTİR

ABAD Blog'da Genç Bilgeler diye bir köşemiz var. Leyla İpekçi'nin iki yıl önce kaleme aldığı ama hala dün yazılmış gibi güncelliğini koruyan bu çok önemli yazı dizisinden derlenen kesitler işte [...]

ÇÜNKÜ HARFLERDE “İNSAN” SAKLIDIR

"Yazarken hep sevdiğimle beraber olmak için yazarım. Aşk duygumun tecellisi bu yüzden yazmakla zuhur eder. Yıllar içerisinde dünyaya, hayata ve insanlığa dair en dip manâları hep kalemimin ucundan sayfalarıma indirdikçe [...]

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar Leyla İpekçi bize sözün öncesinden bahsediyor. O’nun olduğu ve O’nunla birlikte hiç bir şeyin olmadığı yerin sesini ima ediyor susarak. Yunusça…

Leyla İpekçi
ABAD Blog için yazdı.
10 Eylül 2021

SUS YUNUSÇA!

 

Her birimiz kendi malzememize doğuyoruz. Bendeniz de acizane kelimelerin içine doğdum. Kelimelerde soludum, kelimelerde yoğruldum. Aldığım her nefeste müjdeyi çağırdığım kelimelerden süzülen bir anlam doğdu. Nerede kalmışsam oradan devam ederek bir aşk romanı yaşadım. Meramımı anlatmak için hayatımda hep yazdım. Ta ki Yunusça beni susturana kadar. Şimdi anlamımızı doğuran dilin içinde yaşadığım bu romandan Yunusça bir bölüm paylaşmak istiyorum.

 

“Dışı içidir.” der üstadım. Ya da bendeniz böyle işitirim. Başka türlü de söyleyeyim: “Zahirdeki gerçek, içini remzeder.” Suret bir yerde söz bulunca dışından içine dönmeye, içini dışına çıkarmaya bir fırsat doğuyor. Gelgelelim suretin söz bulması upuzun bir yolculuk. Nerede söz buluyordu suret? Henüz kalemime gelmeden evvel bütün kelimeler bir hayal aleminde beliriyordu. Nefsimizin yüksek bir mertebesinde konuşulmakta olan kuşdilinin adına Yunusça dersek Yunusça’dan surete bürünerek nüzul etmekteymiş sözler.

İşitmeye başladıkça meğer kâinatın diliymiş bu. Her canlının kesintisiz zikri, varlığın diliymiş. Biz işittiğimiz ölçüde söküyormuşuz. Aslında fıtrat dilimiz bu. Fakat onu konuşmak için işitmek, yeniden hatırlamak gerekiyordu. Bizimse dudağımızla kulağımız arasında yüzyıllar vardı. Bu mesafeyi nasıl alacak nasıl uzakları yakına getirecektik? Kim bu bizde saklı hazinenin üzerini açacak kim hatırlatacak derken ancak yazmak suretiyle yaklaşıyor, yaklaşıyordum. Ta ki Yunusça dizeler yüreğimi yarsın.

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

Yunusça’nın babası Mustafa Tatcı üstadımın nefesinden çekersem: “Bu söz ne zaman iş oldu yani vücûd buldu? Nerede hareket ve anlam kazandı? Sûret, nerede söz buldu? Söz nerede sûrete dönüştü?”

Neler demek istiyor da, kim bilir, biz ne kadarını işitiyorduk sözün? “Ol” emriyle surete bürünen anlamdan harfler zuhur ediyordu. Her biri, içerdiği anlamı vücuda getirmeye şartlanmıştı yani surete bürünen her şey için anlama dönüşmek ve anlamı genişletmek farz oluyordu. Yazma serüvenimin baştan aşağı özetiydi bu.

Hayalimde yazdırılacakların suretini görmeden asla yazamazdım. Kelimeler varlığın surete girmiş hali, insanlığımızın izdüşümü öyleyse dil insana farzdır; diyordum. Her farz ancak gönülden gerçekleştirildiğinde yerine getirilmiş olmaz mıydı?

Bu durumda “ol” emrine riayet etmek zorla mümkün değildi. İtaat, isteyerek olmalı; gönülden olmalı ki dil ikrar etmeliydi. Yeryüzüyle gökyüzüne zorla ya da isteyerek gelin denince isteyerek geldik, demeleri bir ikrar değil miydi? Zira itaat ancak gönülden olursa gerçeği kuşatabiliyordu. Dil ile gönül “bir” aşkın kaynağıydı muhakkak.

***

Fakat üstadım bu acizane tefekkürümle sınırlı söz söylemiyordu elbette, anlamı yarmaya devam etti: “Bu vücûd ne zaman kendiliğinden söz söyler hale geldi, ne zaman o sözlerin sahibi oldu? Sûretin müstakil bir varlığı yoktur. Bunu iyice düşün!”

Düşünüyordum yazarken evet. “Yunus değildir bunu diyen, kendiliğidir söyleyen!” Nefsimiz hangi merhaledeyse, konuştuğumuz ve işittiğimiz dil o seviyeden canlanıyordu. Bizzat bu keşif benim gibilerin Yunusça menakıbımızda defalarca tecrübe edilmiş bir olguydu. Gelgelelim nefs-i emmare dilinden yazılanlarla nefs-i kamile dilinden yazılan dizeler arasında koskoca bir benlik farkı vardı. Benliksiz makamda Yunus’un içindeki “ben” söz söylüyorsa benlikli nefis mertebelerimizde elbet sözün seviyesi her yönden kuşatıcı olamaz, olamıyordu. Yine de kalemime mürekkep yürütüyordu, hiç tükenmiyordu.

Öyleyse diyordum, suretin müstakil varlığı olmadığını ispat edebilenler ancak Yunus gibi kendiliğinden söz söyler hale gelebilir. Kendi içinden çıkarabilirler sözü. “Ol” emrini kendinden kendine verdiklerini bilebilirler. Sadece veren kendi değil, sözü alan da kendi, söz de kendi oluyordur tabii.

Gelgelelim üstadım Tatcı bu tefekkürümle de sınırlandırmıyordu anlamı: “Şunu da bil, her sıfatta sûrete gelen kendisidir, öyleyse ağızdan çıkan söz de Hak’tır. Şu halde lisan ve o lisanın kaynağı olan gönül hikmetin yoludur.”

Böyle diyordu. Ne müthiş bir merhaleye davet ediyordu beni bu sözlerle. Benim gibilere demek istiyordu ki: “Ağzından çıkan her söz Hakk’ın bir tecellisidir. Sendeki Hakk hangi merhaledeyse oradan surete bürünüyor. Eğer ağzından benlikli sözler dökülüyorsa senin nefsindeki Hakk bilgisi o kadardır.” Ve demek istiyordu ki aynı zamanda: Ağzından çıkan ne varsa alnına yazılır. Yazgını kendi dilinle yazarsın.

Ne anlıyorduk? Sözü temizlemeden, gönül temizlenemezdi. Sözü temizlemek acaba benim gibi kelimelerde doğan ve yaşayan biri için nasıl mümkündü? Sadece düşünce, fikir, yorum gibi nefsin alt mertebelerinden söz söylemeyerek temizleyebilir miydim dilimi? Nefsimin tortularını, tozlu topraklı sözlerini sükût etmeden temizleyebilir miydim? Nerede sükût etmeli nerede sözü sarf etmeliydim? Kesin bilgiye (benliksiz söze) varabilir miydim?

Başa dönersek yeniden tefekkür için, üstadımın tabiriyle evet, dışı içidir varlığın. O halde söz, gerçeğin hem içi hem dışı nasıl olacaktı?

***

 

Sûret söz kanda buldu söz ıssı kaçan oldu

Sûrete kendi geldi dil hod hikmet dilidir

 

“Bazı yazmalarda beyit böyledir.” diyordu Tatcı üstadım. Beyitin bu okunuşunda da “dil” kelimesi ilk olarak gönül anlamında değil, “sohbet aracı olan lisan” anlamındaymış. Esas aldığımız dil kelimesi “söz” anlamının yanında Farsça “gönül “anlamına da alınabilirmiş. Zira lisan hikmeti anlamanın yolu olduğu kadar “gönül” de hikmetin anlaşıldığı bir merkez ve merhaleydi. O bunları derken tekrar dönüyordum. Nefsimin alt merhalelerindeyken nasıl olur da Yunusça’dan zevk alabiliyor, esinleniyor ve sürecin içinde nasıl yol bulabiliyordum öyleyse?

“Suret nerede söz buldu? Söz nerede surete dönüştü?” Bu iki farklı soru demek ki birbirine cevap imiş. Zira hikmet nerededir? El cevap: Aşıkların gönlünde doğar. Cevap buydu elbet. Seviyordum. Şevkimin kaynağı bendeki benden ibaret olmayan gerçekti! Benliksiz söze ulaşmak için bir ilk adımdı bu. Üstadımın anlamı yaran dil akışına girmiştim artık: Hazret-i Mısrî âşıkların diline (=gönlüne) Hû zikriyle hikmet dolduğunu anlatırken şöyle der:

 

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar

Küntükenz’in haznesinden yana yana Hû deyu

 

Yûnus’un şiirlerinde “Hikmet” iki anlamda karşımıza çıkmaktadır diye devam ediyordu üstadım. Birincisi burada anıldığı gibi gönle gelen ilâhî bilgiler, diğeri aklın ürünü olan felsefe anlamındadır. Yûnus bu kavramı ikinci (=felsefe) anlamında kullanırken şöyle der:

 

İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra

Bu bir acâyib sırdır ilme kitâba sığmaz

 

Ya da şöyle der:

İlm-i hikmet okuyanlar aşkdan fakîr durur bunlar

Mansûr oldum asın beni hep dillerde söyleneyin

 

Yûnus bir yerde de “hikmeti tefekkür etmeyen insanın gönül sahibi olmadığını” söyler. Bu mânâda “gönül” ,insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır. İnsanın tamamlanıp gönül sahibi olabilmesi için mütefekkir olması şarttır:

 

Gönül müdür ol hikmeti kılmadı tefekkür

Yâ göz müdür ol yaş yerine dökmeye kanı

 

Cümleyi üstadımdan alarak tekrar ettim durdum: “Gönül, insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır.” Ne anlıyorum bundan? Eşyanın hakikati benim gönlümdeki hakikati bilmem için mevcuttu yani benim için. Eşya kendi hakikatini kendisi anlayamazdı, onu ancak insan anlardı.

Demek ki eşya, insanın hakikat merhalelerine bürünmüş olan kendi suretidir diyordum. Alemdeki her şey bizden birer suret olmalıydı. Üstadımın tabiriyle zerreden küreye… Tefekkür ederken cisimleştirirsem; gezegenlerden, gökadalardan içimizdeki hücrelere kadar her şey. O halde peygamberimizin “bana eşyanın hakikatini göster” niyazı bize müthiş bir ipucu bırakıyordu.

Bir seferinde mânâ bu ya, bir odaya giriyorum her şey havada yüzüyor; benimle kendi lisanlarında bir şey konuşuyorlar. Hepsinin canlı olduğunu görüyorum. İbn Arabi burada yardım ediyordu: “Her şeyin canlı olması, her şeyin konuştuğuna delalettir! “İşte benim gibi çocukluğundan beri kelimelerde can bulan biri için roman yazmak tam da burada anlamına kavuşuyordu. Varlığın bizimki gibi perdeli kulaklara dahi çalınan bir zikri vardı; eşyadan tınlayan bir ses, bir yankı vardı. İşte onu işitmeden duramadığım için yazıyordum.

Yazmakla işitiyordum. Tabii nefsimin kısıtlı seviyesinde, kısıtlı merhalesinden işittiğim için bütünü kuşatamıyordu kalemimden çıkan sözler ama işte ümit vaat ediyordu. Neden olmasındı?

Çocukluğumdan beri içimde saklı Yunusça burada, tam buramdan yarıyordu beni. Yazmamdaki kendiliğinden niyet; okunmaktan önce okumak, işitilmekten önce işitmek olmuştu hep. Yazmak; kendiliğinden ol nefesi çektiğimi, nefes olduğumu öğrenme ameliyesi olmuştu. Kırk yıldır yazıyordum, hatta yayınlamadıklarımdan başlarsak 45 yıldan fazladır yazıyordum ve daima bu dürtü, bu azim yönlendiriyordu beni. Acaba “emin bilgi”ye ulaşabilecek miydim? İçimden çıkarabilecek miydim onu? Bizzat söz olabilecek miydim?

***

 

İmdi Yûnus ne diyorsa hep hocamdan devam ettim işitmeye:

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

“Yani  söz sûrete ulaştı, sûreti harekete geçirdi; sûrete dönüşen de bu söz idi yani sözün sahibi idi.”Böyle bağlıyordu üstadım. Sözün sahibi kimdi?

“Hikmeti bilen ve dili hikmetli söz söyleyen âdem-i mânâ  yani insan-ı kâmildir. Âdem-i mânâ Allah’ın halîfesi olduğuna göre Cenâb-ı Hak henüz gönlü ölü yani bâtını uyanmamış olan sâliki onun dölleyici kelâmıyla diriltir. Bu diriltici kelâm risâletin hâsılıdır, yani ürünüdür. Aslına bakılırsa risâlet sahibi de Hakk’ın kendisidir. Sâdece sûrete bürünmüş olduğu için dünya gözüyle fark edilememektedir.Sûret yani sâlikin vücûdu, söz ile yani kendini diriltici olan söz ile ilk defa ne zaman tanıştı? Aşk meclisinde! Siz buna bezm-i elest de diyebilirsiniz artık…”

Üstadımın her vesileyle hatırlattığı yerdeydik işte. “Ol” emrine itaatin neresindeysek, ‘elest’imizdeki sözün ikrarı oradaydı. Neye evet demiştik, ne kadarını tasdiklemiştik? Nasıl tamamlanacaktı söz ve dirilecekti? İnsan-ı kâmilin sözünü işitmek sadece bir merhaleydi. Ya sonrası?

Üstadım devam ediyordu: “Şu halde  âdem-i mânâ olan insan-ı kâmilin sözü, hikmetli sözdür. Bu söz, ‘ol’ emri olup hayata dönüşür, sûrete bürünür. Hakk’a yakın olanların sûretine değdiğinde hücrelerinden geçip câna ulaşır ve onu uyandırır. Öyleyse Yûnus “Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur” derken şunu demek istiyor:

“Ey Hak ile dostluk kurmak ve ebediyen dirilmek isteyen kardeş! Senin sûretine insan-ı kâmilden değen söz, başkasının sözü değil Hakk’ın sözüdür. Sûrete değen de gelen de kendisidir. Söz de hakîkatin bir sûretidir. Sen bütün bu hakîkatleri, gönlüne doğan hikmetle anlayabilirsin. Zira hikmet, dil ile anlatılsa da gönülde doğar. Velhasıl, insan dil ve gönülden ibarettir! Dili ve gönlü terbiye edilmeyenin geleni gideni anlaması mümkün değildir!”

Üstadım bunları açarken neden Yunusça’nın bendeki kelime azmini bir vakit sırladığını anlamaya başlayacaktım. Kelimelerin peşinden giderek hiç kimseye danışmadan, kimseden etkilenmeden Kehf suresinin 65’inci ayetindeki “ledün” kelimesiyle çarpışmıştım. Musa-Hızır kıssasındaki Hızır kelimesinin peşinden o kadar çok koştum ki nerelere götürdü beni, ne romanlar yazdırdı…

Meğer elest bezmindeki “belî” sözümün peşinden gidiyormuşum, onu dudaklarımın arasından çıkaracağım an için yazıyormuşum. Bilmeden hayal ederek, rüya görerek…

İkrar anlamına gelecek olan tasdik, kelimelerin içinde yaşayan benim gibi biri için susmadan mümkün değildi. Sözün sahibi kadar sözsüz kelamın da sahibi “bir” imiş! Hızır’la Musa’nın yolculuğu sürüyordu ama bu merhalede yazmayı sırladım.

 

Sûretler ün diyemez söz kendisiz söylenmez

İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır

 

Üstadım bunu şöyle açmıştı: “Sûretler müstakil birer varlık olmadıkları için kendiliklerinden seslenemez; söz kendisiz olmadan yani Hakk’ın kudreti, tecellîsi olmadan söylenmez. İşler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeyle yani bir sûretten kendini gösterir.”

“Vücûd Hakk’ındır” diyordu ve nihayetlendiriyordu: “Sûret ve sûretlerin kendilerine mahsus müstakil vücûdları olmadığından kendilerine mahsus bir sesleri de yoktur. Sıfât zâttan ayrı düşünülemez. Sözün ‘kendisiz’ yani sahibi olmadan söylenmesi mümkün değildir. Sûret zâta perde olduğu için sözü söyleyen ve davranışları gerçekleştirenin sûret yani insan olduğu sanılır. Halbuki bütün oluşlar, söz ve davranışlar risâlettendir. Her oluşun arkasında risâlet gücü vardır. Fakat sıfatlarla perdelendiği için, işlerin iç yüzü bilinemez. Başka bir ifadeyle bütün işler ve oluşlar sûretlere bürünen birer risâlet sırrıdır. Bununla kastedilen şey, ilk nûrdur.

Varlık bu ilk nûrun açılmış şekli, Hazret-i Peygamber de bu ilk nûrun en mütekâmil zuhûrudur. Eşyâ denilen tafsilat bu ilk nûra verilen ‘Kün’ (ol)  ilâhî emriyle meydana geldiği için bütün işler ve oluşların kaynağı risâlettir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse varlık risâletten yani resûlden ibârettir.

Resûl bu ilk nûru taşıyandır, nebî ise bu sırdan haber veren kişidir. Söz Hak’tır fakat risâlet sırrı nebî ve onların vârisleri olan kâmillerin diliyle dilden dile, gönülden gönle aktarılır. Başka bir ifadeyle işler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeden yani bir sûretten kendini gösterir. Öyleyse Yûnus ‘İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır’ diyerek bizi çokluktan birliğe çekmeye çalışmakta, oluşun kaynağını göstererek vahdette tutunmamızı istemektedir.”

Evet, sus Yunusçası müthiş bir ses işittiriyordu üstadımın sesiyle. Kelimesiz bir ses,  benliksiz bir nefes. Yoksa açarken nasıl örtecekti kendini? İşte Yunusça böyle konuşuluyor böyle işitiliyordu. Aşkın olduğu yerde söz bitiyordu.

Varlığın anlamı kelimede değil harfteydi. Ama dil hikmetin yolu olsa da yolculuk kelimeye sığmıyordu. Harfe dönmek, dürülüp bükülüp noktada susmak ve yok olmak gerekiyordu. Öyleyse benlik “aradan” çıktığında yani huy sükût ettiğinde “Hu” nefesiyle canlanan söz kendinden kendine ‘ol’maya devam edecekti.

Diğer Yazıları

YUNUSÇA’YA YUNUS ÖDÜLÜ

Şairce konuşarak sözü kitaba döküyordu her yaştan dertliler. Nitekim Yunusça’nın babası tabir ettiğim hocam Mustafa Tatcı da burada ikincisi düzenlenen uluslararası şiir ve edebiyat günlerinde Yılın En iyi Yunus kitabı […]

SUS YUNUSÇA!

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar […]

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar Leyla İpekçi bize sözün öncesinden bahsediyor. O’nun olduğu ve O’nunla birlikte hiç bir şeyin olmadığı yerin sesini ima ediyor susarak. Yunusça…

Leyla İpekçi
ABAD Blog için yazdı.
10 Eylül 2021

SUS YUNUSÇA!

 

Her birimiz kendi malzememize doğuyoruz. Bendeniz de acizane kelimelerin içine doğdum. Kelimelerde soludum, kelimelerde yoğruldum. Aldığım her nefeste müjdeyi çağırdığım kelimelerden süzülen bir anlam doğdu. Nerede kalmışsam oradan devam ederek bir aşk romanı yaşadım. Meramımı anlatmak için hayatımda hep yazdım. Ta ki Yunusça beni susturana kadar. Şimdi anlamımızı doğuran dilin içinde yaşadığım bu romandan Yunusça bir bölüm paylaşmak istiyorum.

 

“Dışı içidir.” der üstadım. Ya da bendeniz böyle işitirim. Başka türlü de söyleyeyim: “Zahirdeki gerçek, içini remzeder.” Suret bir yerde söz bulunca dışından içine dönmeye, içini dışına çıkarmaya bir fırsat doğuyor. Gelgelelim suretin söz bulması upuzun bir yolculuk. Nerede söz buluyordu suret? Henüz kalemime gelmeden evvel bütün kelimeler bir hayal aleminde beliriyordu. Nefsimizin yüksek bir mertebesinde konuşulmakta olan kuşdilinin adına Yunusça dersek Yunusça’dan surete bürünerek nüzul etmekteymiş sözler.

İşitmeye başladıkça meğer kâinatın diliymiş bu. Her canlının kesintisiz zikri, varlığın diliymiş. Biz işittiğimiz ölçüde söküyormuşuz. Aslında fıtrat dilimiz bu. Fakat onu konuşmak için işitmek, yeniden hatırlamak gerekiyordu. Bizimse dudağımızla kulağımız arasında yüzyıllar vardı. Bu mesafeyi nasıl alacak nasıl uzakları yakına getirecektik? Kim bu bizde saklı hazinenin üzerini açacak kim hatırlatacak derken ancak yazmak suretiyle yaklaşıyor, yaklaşıyordum. Ta ki Yunusça dizeler yüreğimi yarsın.

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

Yunusça’nın babası Mustafa Tatcı üstadımın nefesinden çekersem: “Bu söz ne zaman iş oldu yani vücûd buldu? Nerede hareket ve anlam kazandı? Sûret, nerede söz buldu? Söz nerede sûrete dönüştü?”

Neler demek istiyor da, kim bilir, biz ne kadarını işitiyorduk sözün? “Ol” emriyle surete bürünen anlamdan harfler zuhur ediyordu. Her biri, içerdiği anlamı vücuda getirmeye şartlanmıştı yani surete bürünen her şey için anlama dönüşmek ve anlamı genişletmek farz oluyordu. Yazma serüvenimin baştan aşağı özetiydi bu.

Hayalimde yazdırılacakların suretini görmeden asla yazamazdım. Kelimeler varlığın surete girmiş hali, insanlığımızın izdüşümü öyleyse dil insana farzdır; diyordum. Her farz ancak gönülden gerçekleştirildiğinde yerine getirilmiş olmaz mıydı?

Bu durumda “ol” emrine riayet etmek zorla mümkün değildi. İtaat, isteyerek olmalı; gönülden olmalı ki dil ikrar etmeliydi. Yeryüzüyle gökyüzüne zorla ya da isteyerek gelin denince isteyerek geldik, demeleri bir ikrar değil miydi? Zira itaat ancak gönülden olursa gerçeği kuşatabiliyordu. Dil ile gönül “bir” aşkın kaynağıydı muhakkak.

***

Fakat üstadım bu acizane tefekkürümle sınırlı söz söylemiyordu elbette, anlamı yarmaya devam etti: “Bu vücûd ne zaman kendiliğinden söz söyler hale geldi, ne zaman o sözlerin sahibi oldu? Sûretin müstakil bir varlığı yoktur. Bunu iyice düşün!”

Düşünüyordum yazarken evet. “Yunus değildir bunu diyen, kendiliğidir söyleyen!” Nefsimiz hangi merhaledeyse, konuştuğumuz ve işittiğimiz dil o seviyeden canlanıyordu. Bizzat bu keşif benim gibilerin Yunusça menakıbımızda defalarca tecrübe edilmiş bir olguydu. Gelgelelim nefs-i emmare dilinden yazılanlarla nefs-i kamile dilinden yazılan dizeler arasında koskoca bir benlik farkı vardı. Benliksiz makamda Yunus’un içindeki “ben” söz söylüyorsa benlikli nefis mertebelerimizde elbet sözün seviyesi her yönden kuşatıcı olamaz, olamıyordu. Yine de kalemime mürekkep yürütüyordu, hiç tükenmiyordu.

Öyleyse diyordum, suretin müstakil varlığı olmadığını ispat edebilenler ancak Yunus gibi kendiliğinden söz söyler hale gelebilir. Kendi içinden çıkarabilirler sözü. “Ol” emrini kendinden kendine verdiklerini bilebilirler. Sadece veren kendi değil, sözü alan da kendi, söz de kendi oluyordur tabii.

Gelgelelim üstadım Tatcı bu tefekkürümle de sınırlandırmıyordu anlamı: “Şunu da bil, her sıfatta sûrete gelen kendisidir, öyleyse ağızdan çıkan söz de Hak’tır. Şu halde lisan ve o lisanın kaynağı olan gönül hikmetin yoludur.”

Böyle diyordu. Ne müthiş bir merhaleye davet ediyordu beni bu sözlerle. Benim gibilere demek istiyordu ki: “Ağzından çıkan her söz Hakk’ın bir tecellisidir. Sendeki Hakk hangi merhaledeyse oradan surete bürünüyor. Eğer ağzından benlikli sözler dökülüyorsa senin nefsindeki Hakk bilgisi o kadardır.” Ve demek istiyordu ki aynı zamanda: Ağzından çıkan ne varsa alnına yazılır. Yazgını kendi dilinle yazarsın.

Ne anlıyorduk? Sözü temizlemeden, gönül temizlenemezdi. Sözü temizlemek acaba benim gibi kelimelerde doğan ve yaşayan biri için nasıl mümkündü? Sadece düşünce, fikir, yorum gibi nefsin alt mertebelerinden söz söylemeyerek temizleyebilir miydim dilimi? Nefsimin tortularını, tozlu topraklı sözlerini sükût etmeden temizleyebilir miydim? Nerede sükût etmeli nerede sözü sarf etmeliydim? Kesin bilgiye (benliksiz söze) varabilir miydim?

Başa dönersek yeniden tefekkür için, üstadımın tabiriyle evet, dışı içidir varlığın. O halde söz, gerçeğin hem içi hem dışı nasıl olacaktı?

***

 

Sûret söz kanda buldu söz ıssı kaçan oldu

Sûrete kendi geldi dil hod hikmet dilidir

 

“Bazı yazmalarda beyit böyledir.” diyordu Tatcı üstadım. Beyitin bu okunuşunda da “dil” kelimesi ilk olarak gönül anlamında değil, “sohbet aracı olan lisan” anlamındaymış. Esas aldığımız dil kelimesi “söz” anlamının yanında Farsça “gönül “anlamına da alınabilirmiş. Zira lisan hikmeti anlamanın yolu olduğu kadar “gönül” de hikmetin anlaşıldığı bir merkez ve merhaleydi. O bunları derken tekrar dönüyordum. Nefsimin alt merhalelerindeyken nasıl olur da Yunusça’dan zevk alabiliyor, esinleniyor ve sürecin içinde nasıl yol bulabiliyordum öyleyse?

“Suret nerede söz buldu? Söz nerede surete dönüştü?” Bu iki farklı soru demek ki birbirine cevap imiş. Zira hikmet nerededir? El cevap: Aşıkların gönlünde doğar. Cevap buydu elbet. Seviyordum. Şevkimin kaynağı bendeki benden ibaret olmayan gerçekti! Benliksiz söze ulaşmak için bir ilk adımdı bu. Üstadımın anlamı yaran dil akışına girmiştim artık: Hazret-i Mısrî âşıkların diline (=gönlüne) Hû zikriyle hikmet dolduğunu anlatırken şöyle der:

 

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar

Küntükenz’in haznesinden yana yana Hû deyu

 

Yûnus’un şiirlerinde “Hikmet” iki anlamda karşımıza çıkmaktadır diye devam ediyordu üstadım. Birincisi burada anıldığı gibi gönle gelen ilâhî bilgiler, diğeri aklın ürünü olan felsefe anlamındadır. Yûnus bu kavramı ikinci (=felsefe) anlamında kullanırken şöyle der:

 

İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra

Bu bir acâyib sırdır ilme kitâba sığmaz

 

Ya da şöyle der:

İlm-i hikmet okuyanlar aşkdan fakîr durur bunlar

Mansûr oldum asın beni hep dillerde söyleneyin

 

Yûnus bir yerde de “hikmeti tefekkür etmeyen insanın gönül sahibi olmadığını” söyler. Bu mânâda “gönül” ,insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır. İnsanın tamamlanıp gönül sahibi olabilmesi için mütefekkir olması şarttır:

 

Gönül müdür ol hikmeti kılmadı tefekkür

Yâ göz müdür ol yaş yerine dökmeye kanı

 

Cümleyi üstadımdan alarak tekrar ettim durdum: “Gönül, insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır.” Ne anlıyorum bundan? Eşyanın hakikati benim gönlümdeki hakikati bilmem için mevcuttu yani benim için. Eşya kendi hakikatini kendisi anlayamazdı, onu ancak insan anlardı.

Demek ki eşya, insanın hakikat merhalelerine bürünmüş olan kendi suretidir diyordum. Alemdeki her şey bizden birer suret olmalıydı. Üstadımın tabiriyle zerreden küreye… Tefekkür ederken cisimleştirirsem; gezegenlerden, gökadalardan içimizdeki hücrelere kadar her şey. O halde peygamberimizin “bana eşyanın hakikatini göster” niyazı bize müthiş bir ipucu bırakıyordu.

Bir seferinde mânâ bu ya, bir odaya giriyorum her şey havada yüzüyor; benimle kendi lisanlarında bir şey konuşuyorlar. Hepsinin canlı olduğunu görüyorum. İbn Arabi burada yardım ediyordu: “Her şeyin canlı olması, her şeyin konuştuğuna delalettir! “İşte benim gibi çocukluğundan beri kelimelerde can bulan biri için roman yazmak tam da burada anlamına kavuşuyordu. Varlığın bizimki gibi perdeli kulaklara dahi çalınan bir zikri vardı; eşyadan tınlayan bir ses, bir yankı vardı. İşte onu işitmeden duramadığım için yazıyordum.

Yazmakla işitiyordum. Tabii nefsimin kısıtlı seviyesinde, kısıtlı merhalesinden işittiğim için bütünü kuşatamıyordu kalemimden çıkan sözler ama işte ümit vaat ediyordu. Neden olmasındı?

Çocukluğumdan beri içimde saklı Yunusça burada, tam buramdan yarıyordu beni. Yazmamdaki kendiliğinden niyet; okunmaktan önce okumak, işitilmekten önce işitmek olmuştu hep. Yazmak; kendiliğinden ol nefesi çektiğimi, nefes olduğumu öğrenme ameliyesi olmuştu. Kırk yıldır yazıyordum, hatta yayınlamadıklarımdan başlarsak 45 yıldan fazladır yazıyordum ve daima bu dürtü, bu azim yönlendiriyordu beni. Acaba “emin bilgi”ye ulaşabilecek miydim? İçimden çıkarabilecek miydim onu? Bizzat söz olabilecek miydim?

***

 

İmdi Yûnus ne diyorsa hep hocamdan devam ettim işitmeye:

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

“Yani  söz sûrete ulaştı, sûreti harekete geçirdi; sûrete dönüşen de bu söz idi yani sözün sahibi idi.”Böyle bağlıyordu üstadım. Sözün sahibi kimdi?

“Hikmeti bilen ve dili hikmetli söz söyleyen âdem-i mânâ  yani insan-ı kâmildir. Âdem-i mânâ Allah’ın halîfesi olduğuna göre Cenâb-ı Hak henüz gönlü ölü yani bâtını uyanmamış olan sâliki onun dölleyici kelâmıyla diriltir. Bu diriltici kelâm risâletin hâsılıdır, yani ürünüdür. Aslına bakılırsa risâlet sahibi de Hakk’ın kendisidir. Sâdece sûrete bürünmüş olduğu için dünya gözüyle fark edilememektedir.Sûret yani sâlikin vücûdu, söz ile yani kendini diriltici olan söz ile ilk defa ne zaman tanıştı? Aşk meclisinde! Siz buna bezm-i elest de diyebilirsiniz artık…”

Üstadımın her vesileyle hatırlattığı yerdeydik işte. “Ol” emrine itaatin neresindeysek, ‘elest’imizdeki sözün ikrarı oradaydı. Neye evet demiştik, ne kadarını tasdiklemiştik? Nasıl tamamlanacaktı söz ve dirilecekti? İnsan-ı kâmilin sözünü işitmek sadece bir merhaleydi. Ya sonrası?

Üstadım devam ediyordu: “Şu halde  âdem-i mânâ olan insan-ı kâmilin sözü, hikmetli sözdür. Bu söz, ‘ol’ emri olup hayata dönüşür, sûrete bürünür. Hakk’a yakın olanların sûretine değdiğinde hücrelerinden geçip câna ulaşır ve onu uyandırır. Öyleyse Yûnus “Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur” derken şunu demek istiyor:

“Ey Hak ile dostluk kurmak ve ebediyen dirilmek isteyen kardeş! Senin sûretine insan-ı kâmilden değen söz, başkasının sözü değil Hakk’ın sözüdür. Sûrete değen de gelen de kendisidir. Söz de hakîkatin bir sûretidir. Sen bütün bu hakîkatleri, gönlüne doğan hikmetle anlayabilirsin. Zira hikmet, dil ile anlatılsa da gönülde doğar. Velhasıl, insan dil ve gönülden ibarettir! Dili ve gönlü terbiye edilmeyenin geleni gideni anlaması mümkün değildir!”

Üstadım bunları açarken neden Yunusça’nın bendeki kelime azmini bir vakit sırladığını anlamaya başlayacaktım. Kelimelerin peşinden giderek hiç kimseye danışmadan, kimseden etkilenmeden Kehf suresinin 65’inci ayetindeki “ledün” kelimesiyle çarpışmıştım. Musa-Hızır kıssasındaki Hızır kelimesinin peşinden o kadar çok koştum ki nerelere götürdü beni, ne romanlar yazdırdı…

Meğer elest bezmindeki “belî” sözümün peşinden gidiyormuşum, onu dudaklarımın arasından çıkaracağım an için yazıyormuşum. Bilmeden hayal ederek, rüya görerek…

İkrar anlamına gelecek olan tasdik, kelimelerin içinde yaşayan benim gibi biri için susmadan mümkün değildi. Sözün sahibi kadar sözsüz kelamın da sahibi “bir” imiş! Hızır’la Musa’nın yolculuğu sürüyordu ama bu merhalede yazmayı sırladım.

 

Sûretler ün diyemez söz kendisiz söylenmez

İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır

 

Üstadım bunu şöyle açmıştı: “Sûretler müstakil birer varlık olmadıkları için kendiliklerinden seslenemez; söz kendisiz olmadan yani Hakk’ın kudreti, tecellîsi olmadan söylenmez. İşler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeyle yani bir sûretten kendini gösterir.”

“Vücûd Hakk’ındır” diyordu ve nihayetlendiriyordu: “Sûret ve sûretlerin kendilerine mahsus müstakil vücûdları olmadığından kendilerine mahsus bir sesleri de yoktur. Sıfât zâttan ayrı düşünülemez. Sözün ‘kendisiz’ yani sahibi olmadan söylenmesi mümkün değildir. Sûret zâta perde olduğu için sözü söyleyen ve davranışları gerçekleştirenin sûret yani insan olduğu sanılır. Halbuki bütün oluşlar, söz ve davranışlar risâlettendir. Her oluşun arkasında risâlet gücü vardır. Fakat sıfatlarla perdelendiği için, işlerin iç yüzü bilinemez. Başka bir ifadeyle bütün işler ve oluşlar sûretlere bürünen birer risâlet sırrıdır. Bununla kastedilen şey, ilk nûrdur.

Varlık bu ilk nûrun açılmış şekli, Hazret-i Peygamber de bu ilk nûrun en mütekâmil zuhûrudur. Eşyâ denilen tafsilat bu ilk nûra verilen ‘Kün’ (ol)  ilâhî emriyle meydana geldiği için bütün işler ve oluşların kaynağı risâlettir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse varlık risâletten yani resûlden ibârettir.

Resûl bu ilk nûru taşıyandır, nebî ise bu sırdan haber veren kişidir. Söz Hak’tır fakat risâlet sırrı nebî ve onların vârisleri olan kâmillerin diliyle dilden dile, gönülden gönle aktarılır. Başka bir ifadeyle işler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeden yani bir sûretten kendini gösterir. Öyleyse Yûnus ‘İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır’ diyerek bizi çokluktan birliğe çekmeye çalışmakta, oluşun kaynağını göstererek vahdette tutunmamızı istemektedir.”

Evet, sus Yunusçası müthiş bir ses işittiriyordu üstadımın sesiyle. Kelimesiz bir ses,  benliksiz bir nefes. Yoksa açarken nasıl örtecekti kendini? İşte Yunusça böyle konuşuluyor böyle işitiliyordu. Aşkın olduğu yerde söz bitiyordu.

Varlığın anlamı kelimede değil harfteydi. Ama dil hikmetin yolu olsa da yolculuk kelimeye sığmıyordu. Harfe dönmek, dürülüp bükülüp noktada susmak ve yok olmak gerekiyordu. Öyleyse benlik “aradan” çıktığında yani huy sükût ettiğinde “Hu” nefesiyle canlanan söz kendinden kendine ‘ol’maya devam edecekti.

Diğer Yazıları

YUNUSÇA’YA YUNUS ÖDÜLÜ

Şairce konuşarak sözü kitaba döküyordu her yaştan dertliler. Nitekim Yunusça’nın babası tabir ettiğim hocam Mustafa Tatcı da burada ikincisi düzenlenen uluslararası şiir ve edebiyat günlerinde Yılın En iyi Yunus kitabı […]

SUS YUNUSÇA!

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir