Z kuşağını bilmem ama bizim kuşak bu cümleye aşinadır. Ailelerin birbirilerine akşam oturmasına gittiği yıllar. 70’ler. Akıllı telefonların esamisi okunmuyor. Wi-fi, kablosuz internet, GSM’ler henüz hayatımızda yok. Özel televizyon kanalları için 20 yıl beklememiz gerek. Varsa yoksa önce zengin ailelerin sonra bazı orta sınıf ailelerin evlerine giren zamanla yaygınlaşan tek kanallı televizyonlar. Hani özel mobilyalı büfelerin içinde evin baş köşesinde çiçekli danteller içinde tuttuğumuz, her gün tozunu aldığımız regülatörlü, tüplü televizyonlar dönemi.
Henüz boş arsaların evlerden çok olduğu, apartmanların tek tük göründüğü, hüzünlü ağaçlardan ayva aşırıldığı, kız çocuklarının en çok yakan top, istop, ortada sıçan oynadığı, ip atladığı, lak lak salladığı erkek çocukların gazoz kapağından küçük çaplı servet yaptıkları, çivi oynadıkları, misket toplayıp gafliklerinin büyüklüğü ile övündüğü, yağmurlu karlı günlerde evde sıkılanların ise kareli harita metod defterinin ortasından koparılan sayfalarda isim şehir, hayvan oynayıp f ve l ile bir türlü şehir bulamayıp mecburen ilçe isimlerinin de kabul edildiği zamanlar. Siyah önlükler, kolalı yakalar, kara tahtalar, tırnak kontrolleri, kırıkların, temizlik kollarının olduğu… Polis radyosundan kayıp ilanlarının verildiği ve “bir teselli ver”lerin çalındığı.
Fakir ama gururlu gencin zengin kızına ezilmediği, Bonanza, Dallas, Küçük Ev, Uzay Yolu, Kaçak, Shogun oynadığı günler ekran karşısında çekirdek ve çay kaşığı sesinden başka sesin duyulmadığı zamanlar. Beyaz atletli babaların en büyük lüksünün PTT; pijama, terlik ve televizyon olduğu, Eurovision’da sonuncu değil sondan ikinci olup en azından kahrolmadığımız, Yunanlılara neyse de Almanlara gücendiğimiz zamanlar. Mandolinler, pikaplar, kırkbeşlikler, şeritleri arapsaçına dönen kasetler, aranjmanlar, arabeskler, assolistler, Zeki Mürenler…
Mahrem şeylerin ancak Güzin ablaya sorulduğu, kan kardeşlerin ahretliklerin, süt kardeşlerin kardeşten ileri olduğu günler. Fırınlı aygazlar, evde yapılan salçalar, turşular, reçeller, merdaneli çamaşır makineleri, leblebi tozları, tüp çukulatalar, hiç akıldan çıkmayan çokomeller, sarı gazozlar, altın günleri, misafir odaları, divanlar, somyalar, kışa girerken borularının kurumları dökülen sobalar, vita yağları, kolonyacılar, yorgancılar, pençeden, çividen her biri neredeyse bir kilo olmuş kunduralar, mektup arkadaşları, Adana’nın bir türlü aradan çıkmadığı telefon konuşmaları, telefon kulübeleri, jetonlar, oraya buraya sürekli yazan “tosun”lar, Burhan Pazarlamalar, muhallebiciler, Çay bahçeleri, su kenarında karpuz soğutulan kuru köfte ve mücver yenen piknikler çağı.
70’ler. Kimimizin gençliği, kimimizin çocukluğu bazılarımızın da anne baba hatıraları. Herkesin biraz yoksul olduğu, tasarrufun değerli olduğu, hiçbir şeyin atılmadığı, biriktirildiği zamanlar. Daha sıcak, içiçelik, aşırı yakınlık ve merak zaman zaman bunaltsa da yalnızlığın ancak “Allah’a mahsus” olduğu herkesin herkesle birlikte yaşadığı çağlar. Komşu oturmaları, hayırlı olsunlar, analı babalı büyüsünler, bir yastıkta kocasınlar, başınız sağolsun ziyaretleri. Düğünler, cenazeler, bayramlar…
Ayfer Tunç İstanbul’un yakın taşrasında Adapazarı’nda geçirdiği çocukluk ve ilk gençlik yıllarının da hatıraları ile daha çok şehirli ve ortasınıf hayatları üzerinden Türkiye’nin yetmişlerden seksenlere uzanan yıllarına ait sosyal tarihini usta bir öykücü kalemi ile, dikkatli ve detaycı bir gözle şahane bir anlatıya dönüştürmüş. Memleketin bir dönemine ait sosyal- kültürel belleği “Bir Maniniz Yoksa Annemler Size Gelecek”. Balkanika ödülü almış bu eser siyasi tarih okumalarından sıkılmış gündelik hayatın sıradan görünen ama aslında bir dip akıntı gibi kesintisiz devam eden, bana kalırsa kültürü, siyaseti ve inancı da önemli ölçüde belirleyen yaşam biçimlerimize yakından bakmak isteyenlere iyi gelebilir.
Eserin kaleme alınmasından bu yana 20 yıla yakın bir zaman geçmiş. Keşke devamı gelse, 2000’li yılların gündelik hayatını, Türkiye toplumunun serüvenini yine aynı ustalıkla birileri kaleme alsa…
Bir cevap yazın