Türkiye bir yanıyla anne ve babalık imgesinin gücü altında ezilen öfkeli ve gergin babalar, dokunsan dağılacak anneler ülkesi. Başka diyarlarda böyledir belki bilemem hiçbir ülkede bu kadar yaşamadım. Kendisi yetişemeden, büyüyemeden insan tohumu ekip, büyüten anne ve babalar. Sadece kaşımız gözümüz, saçımızın rengi değil acılarımız, korkularımız, ürkekliklerimiz de genetik. Mesela bir büyük dedenin çolak kolu ardından gelen tüm kuşakların hayatı tutuş biçimine sirayet ediyor. O çolak kolun aile ağacında açtığı boşluk yüzünden arkadan gelenler şöyle sımsıkı kavrayamıyor hayatı bir türlü. Aile hikayelerindeki acılar teyzeler, halalar, nineler tarafından anlatıldıkça siniyor çocukluk hafızalarına insan aslında birkaç kuşaklık o büyük hayali ailenin içinde büyüyor.
Araba ehliyeti gibi ebeveyn ehliyetinden bahsediyorlar bugünlerde. Doğru ya araba kullanmak kadar hayati olmalı bir çocuk büyütmek. Çocuk en çok bir eve muhtaç. Evlerde oluyor her şey. Ya da olamıyor, sıkışıp kalıyor. Kasvetli bir Pazar günü gibi. Hayatın geometrisi bambaşka. Her dört duvar bir çatı, nohut oda bakla sofa bir ev edemiyor. Asansörler bilinçaltımıza inip çıkıyor. Babalarımızın öfkeli yüzleri annelerimizin intihar eğilimleri içimizde dolabın içine, perdenin, kapının arkasına saklanıyor. Hüzünleri, öfkeleri, tokatları, ihmalleri, görmezden gelmeleri, ilgisizlikleri, küçümsemeleri, hayal kırıklarını, kırık tabakları, oyuncakları ve kalpleri halının altına süpürüyoruz, bir ayağı kırılan tahta atları vurmuyorlar çatı katına ya da bodruma bağlıyorlar. Artık dört nala koşamıyorlar diye.
Yoksulluk kadar yoksunluk da iz bırakırmış meğer. Bunu bilmezdim. Nişantaşında doğan, volkmeni, fotoğraf makinesi olan, koleje giden çocukların dertlerinden haberim yokmuş. Yoksulluktan daha derinmiş meğer yoksunlukların açtığı yaralar. Meğer her sevgi ve tabi sevgisizlik yüzümüzde bir iz olurmuş. Bazan kara kalemle gölgelenmiş hoş bir karanfil bazan da aceleci ve özensiz bir dikiş izi. Yetişkinlik çocukluğun tamirhanesi. O ilk yağmurların açtığı yaraları sarmakla geçiyor ömrümüz.
Sevilmeyen çocuklar sevmeyi de sevilmeyi de bilmiyorlar ne acı. Çocuklukta eksik bırakılan ilgiyi, değeri arıyoruz hep. O değersizlik duygusu ile başarı videolarımızı, ödül fotolarımızı ekleyip duruyoruz sosyal medyaya, her yaptığımız beğenilsin istiyoruz. Oysa Mehmet amcanın, kendisine bal damlası diyen hayatında kendisini seven, düşünen tek insanın ani ölümü ile canına kıyan Maya için kim sevgisiz diyebilir. Ama sevgi kadar sevmenin şekli de önemliymiş meğer. Korkmadan, yormadan, kaçmadan, kırmadan, sıcacık yaklaşıp sarılarak, hayatı paylaşarak sevmek sonradan çok zor öğreniliyormuş meğer. Sevgiyi en çok yüzmeye benzetiyorum. Kendini tüm kaslarını gevşetmeden suyun üzerine bırakamazsan yüzemezsin. Adeta suya teslim olarak yüzebilir insan. Sevgi de teslimiyet istiyor. Kendini kendinden başka bir şeye benzetmeden, en hazır, en okunaklı, en istekli çehrenle muhatabına açabilmek. Sağlıklı, kalıcı, derinleşebilecek sevginin imkanı burada. Teslim olmadan, perdeleri, duvarları kaldırmadan, kendin gibi olmadan sevmek de sevilmek de mümkün olmuyor. Teslim olmak güven istiyor. Güvenin kökeni ise sanırım hayata ilk adım attığımız günlere dayanıyor. İnsan güvenmeyi anne ve babasından öğreniyor. Güvenemeyen, teslim olamayan, kendini açamayan insan sevemiyor, sevgili olamıyor. Sevginin olmadığı tüm bağlarsa sonunda insanın boynuna dolanıveriyor. Sahici bir bağ kuramıyor. Sevemeyen insan bir türlü katılıklarını eritemiyor, dönüşemiyor da. Ne sarp, ne Baran ne de Tan bir türlü eritemiyor Maya’nın karnında sancıyıp duran taşı.
Leyla İpekçi’nin Maya’sı bir büyüme/yememe öyküsü, hazin. Acı. Ama edebiyat acı olanı sever. İçinden ateş denizleri geçmeyen edebiyat neye yarar. Maya yakıcı bir dilin anlattığı acı bir roman bu yüzden lezzetli. Tahammülkar, güçlü bir anınızda okuyun derim.
Bir cevap yazın