AİLE İÇİ EĞİTİMİN MANEVİYATI

Sıkıcı pazar öğleden sonralarının, bitmek bilmeyen ev ödevlerinin ve tırnak kontrollerinin, kolalı beyaz yakalı siyah önlüklerin, cetvel ve gönyelerin dünyasından tablet ve telefon çağına çok hızlı geçtik. X,Y derken Z ve bir anda İ kuşağı. İnsanı sosyolojiye indirgeyen ve kuşakları birbirine ekleyen bir alfabe bu.

Dijital çağın baş döndürücü hızında insanlar da telefon modelleri kadar çabuk eskiyor. Yeni bir format atılması yeni bir yazılım yüklenmesi gerekiyor. Çocukları ne okullar ne aile ne sosyal çevre sosyal medya kadar belirleyemiyor. Bu hız içinde bir türlü kendine gelemeyen bir türlü olgunlaşamayan anne babalar olanı biteni anlamakta, çocuklarına hayat kılavuzluğu yapmada çaresiz…

Bu iç karartıcı ortamda bizi enseyi karartmamaya davet ediyor Leyla İpekçi. Eğitimin piyasanın ihtiyacı olan insan kaynağı üretmenin ötesindeki değişmeyen müfredatını hatırlatıyor bize. İnsanın kendini bilmesi, kendini bulması yolunda aracılık etmesini.

Çok çok çalışıp, ev ödevlerini eksiksiz yapan çiçek gibi çocuklar kadar sorumluluk alabilen ve olandaki hayrı sezebilen çocuklar, akil olduğu kadar arif de olan nesillerden bahsediyor bizlere. İçimize su serpiyor.

Leyla İpekçi
ABAD Blog'la paylaştı.
23.11.2021

Ev Ödevi

Yeni bir eğitim öğretim yılı başladığında iki çocuk annesi bir tanıdığım “eyvah” dedi. Gençler için dertliydi. “Eğitimin binlerce sorunu var ama sorunun bir parçası da ev içleri, aile ve anne babalar.” Ve ekledi:

“Kararnameye rağmen bu yıl da kızımın okulunda ev ödevi verilirse, oğlumun okulunda yine verilmezse bu sefer idare edemeyeceğim. Birinin oyalanıp duracak çok vakti varken biri ısrarla çalışıyor ve ama durmadan boğuşuyorlar okuldan sonra. Ödevleriyle değil birbirleriyle. Dolayısıyla benimle!”

Onları nasıl zapt ediyorsun diye sorduğumda: “Ellerine tablet vermemek, televizyon karşısına oturtmamak için direnecek gücüm kalmadı. Ben de sisteme teslim oldum” dedi. Evet, şimdi çocukları ana babaları değil medya terbiye ediyor son kertede. Ve ebeveynler ne kadar doğrusunu yapmaya çalışırsa çalışsın, çocuklara hep yanlışı aksediyor.

 

Doğru ve Yanlışın Ötesi: Ebeveyn Olmak.

Arkadaşımın yüzüne baktım. Aklıma Freud’dan kalma bir cümle geldi, bizim gençlik yıllarımızdan: “Üzülmeyin, çocuklarınıza nasıl davranırsanız davranın, nasılsa yanlış yaparsınız!”

Nasıl da ironik. Hepimiz bir zamanlar çocuk olmaklığımız hasebiyle aslında kendimizden idmanlıyız bu çıkarsamaya. En ufak bir arızamız ortaya çıktığında, siz ona nefsimizin kusurları deyin, ilk yaptığımız bu zaafları aileye ve yetiştirilmeye yüklemek. Hem de ne yüklemek! En ağrından.

Modern hayatta psikoterapi yaygınlaştığından beri nefsimizin zaaflarını, kötü huylarımızı temize çıkarmak bizim en büyük savunma mekanizmamız oldu. Çocuk aileye bağımlı olduğu için, ilk yaşlardan itibaren kendi sorunlu ve bunalımlı iç dünyasının müsebbibi olarak öncelikle yaşadığı ortamı / aileyi görüyor.

Maalesef psikolojik analiz yöntemleri de bilimsel kaygılarla aynı şeyi yapıyor. Buna bir de sosyal medya faktörü eklendi şimdi. Neden sonuç ilişkisini medyaya, şiddet içerikli yayınlara, aile içi yetiştirilmeye bağlamak, kadim insanlık gerçeğindeki nasip sırrını yok sayıyor. Ve devrederek getirdiğimiz huylarımızı dönüştürme ihtimalini de elimizden alıyor.

Ya hormonal (kimyasal) özelliklerimize yükleniyor kıskançlık kibir haset yalancılık gibi nefsimizin zaafları. Ya da ailedeki / çevredeki sosyolojiye.

Aile içi şiddet gören çocukların yetişkin olduğunda sevmeyi bilmedikleri mesela, böyle bir neden sonuç ilişkisi üzerine yapılan dedikodudur çoğunlukla. Zira ne çocuklar vardır, gıdım sevilmeden (anasız babasız ortamlarda) yetişip en merhametli en sevecen ve şefkatli babalar olurlar.

“Çocuk mutsuz bir ailede yetişirse üretken / yaratıcı olamaz” da giderek hurafeye dönüşenlerden. En büyük sanatçılar mutsuz çocukluk geçirenlerden, kederli geçmişlerden gelip gücünü kendi yapanlardan çıkmıyor mu çoğunlukla? En para harcamayı bilmeyen garibanlar zengin olduklarında yardım dernekleri kurabiliyor mesela. Kıymet biliyor, nimete şükretmenin hakkını verebiliyorlar.

Öyleyse sebep sonuç ilişkisiyle hakikatin bütününü ihya etmek mümkün görünmüyor. Gerçi psikolojinin de çok farklı yöntemleri ve yaklaşımları var (varoluşçu, traspersonal, davranışsal vs). Lakin analiz yapmanın kendisi kişiyi daha ziyade geçmişine odaklıyor. Huylar günah çıkarır gibi ortaya döküldükçe, (sanki itiraf edince azade oluyormuşuz gibi) bizi başkalarını suçlama konusunda iyice cüretkâr hale getiriyor.

“Çocukken çok şiddet gördüm o yüzden şimdi çocuğuma hiç otorite kuramıyorum.” Ya da “o yüzden şimdi çocuğumdan aynı şekilde acısını çıkarıyorum.” Birbirine en zıt iki gerekçe bile böyle her koşulda nefsimizi temize çekecek bir bahane olabiliyor. Evet ne yaparsanız yapın zaten yanlış yapıyorsunuz Freud’un dediği gibi!

Bu sebep sonuç ilişkisi işte daima döndürüp duruyor ve hangi yönden gelirse gelsin bizi geçmişte yaşanmış olaylardan ibaret (sanki Allah tekrar edermiş gibi) bir tutumsallığa yöneltiyor. Tüm neden sonuç ilişkilerini kapsayan asli gerçeğimizdeki nuru örtüp duruyor.

Sonra? Ailenin yanlış bir tutumu yüzünden hayatının nasıl alt üst olduğuna, aileden hesap sormaya, ana babalara isyan etmeye… Devam!

 

Maneviyat Eğitimi

Maneviyat psikolojisi diye bir söylem var şimdi. Maneviyatı / iç dünyamızı psikolojiye veya sosyolojiye indirgemekle algımızı daralttığımızın ne kadar farkındayız? Bize lazım olan her şeyin maneviyatı. İçi. Tabiri. Eşyanın hakikatini açmak bu her şeyle her şey arasındaki bağın düğümünü çözmekle mümkün. Mana dilini konuşa konuşa, bizzat mana olmakla mümkün. Bu da maneviyat eğitimiyle gerçekleşebilir.

Fakat maneviyat da tüketim çağının dejenere olmuş kelimelerinden biri. Elbette hem sosyolojisi hem psikolojisi hatta hem de siyaseti var maneviyatın. Ama kişinin mana dünyasının bütünlüğünü oluşturan (madde de dahil) bir değerler toplamını kast eden böyle bir kelime inanç veya inanma yöntemlerine hapsolamayacağı gibi, düşünce akımına ve felsefeye de hapsolamaz. Nefsimizin ‘emmare’ ve ancak ‘levvame’ mertebelerini çözmeye yönelik psikoloji bilimine de indirgenemez şüphesiz.

Nihayetinde Freud’un dediğinin tersi de kadim nefs eğitmenleri açısından bir o kadar geçerlidir çünkü: “Nasıl davranırsanız davranın, doğru yaparsınız!”

 

Olandaki Hayır

Neyi mi kast ediyorum? Olanda hayır var denir halk arasında. Celalin de cemali kadar O’ndan olduğunun modern hayatımıza kalan kalıntısıdır bu deyiş ancak. Olandaki / tecelli edendeki sır muhakkak ki haktır. Ne lazımsa o olmaktadır, lakin bize şer görünür. Psikoloji biliminin yapı söküm ile kavrayamayacağı, sözsüz kelamsız bir gönül marifetidir bunu nefsinde diriltmek.

Bunun mana dilindeki hikmeti ancak irfan ve sevgiyle bilinecek olan gönül eğitimiyle mümkün.

Peki dilsiz şeytan olup misal aile içi yanlış terbiye şekillerine göz mü yumalım?

Elbette hayır. Kuralı neyse, gayreti ne gerektiriyorsa yaparken, içinden takip ettiğin mananın işaretlerini hakikat içre okumayı öğrenmekten bahsediyorum. Maneviyat psikolojisi ancak bu şekilde bir hal dili, edep, usül olarak bize bir şey söyleyebilir.

 

Çok çok çalış!

70’li yılların başında okula başladığımda, ev ödevi olarak sınıf öğretmenimiz üç madde yazdırırdı. Üçüncüsü her zaman şu olurdu: “Çok çok çalış!” Beş yıl boyunca aynı sınıf öğretmenimiz bu ödevi son madde olarak vermeye devam etti.

Gelgelelim yıllar geçtikçe bu son madde giderek bende biriken bir suçluluk duygusuna dönüşüyordu. Nereden bakarsanız bakın, diğer ödevleri zar zor yapıp bitirince bir de çok çok çalışmaya vakit kalmıyordu herhalde. Vakit olsa canım istemiyordu. Canım istese üşeniyor, bir an önce başka bir şey yapmak istiyordum.

Dahası, bir türlü zihnimde netleşmiyordu: Ne yaparsam acaba “çok çok çalışmış” olacaktım? Ya ben çok zannederken az olmuşsa? Sonra mesela ödev yaptıktan sonra kitap ve dergi okurdum. Acaba bunlar okul ödevi olarak “çok çok çalışma”ya dahil oluyor muydu?

Televizyon öncesi zamanlardı. Telefon bile evlere daha yeni yeni giriyordu. Bilgisayara internete cep telefonuna sanki daha asırlar vardı. En anlamlı ‘kendini yetiştirme kabiliyeti’ biz çocuklar için kitap okumaktı.

Ama işte bütün bu soruların yüküyle ezilir, bir türlü çok çok çalıştığıma ikna olmazdım. Bu sebeple de bir ödevimi eksik bıraktığım ve bundan hiç sorgulanmadığım için sorumluluk duygum zedelenirdi. Vicdan azabı duyardım.

Düşünüyorum da ne kadar naifmişiz. Sorumluluk duygumuz verilen ödevi en yetkin haliyle yapıp yapmadığımızı sorgulamakla bile devreye girebiliyormuş. Şimdi bakıyorum, internetteki sitelerden indirilen ev ödevlerini dahi başkalarına (ebeveynlerine bile) hazırlatarak mezun oluyor öğrenciler.

Evin içinde ev ödevi yapmak zorunda olan ve zorunda olmayan iki çocuk annesinin elini kolunu bağlayan çaresizlikten ve çocuktaki ödev ve sorumluluk ilişkisinin maneviyatından dem vuracağımı söylemiştim önceki yazımda. Sorumluluk duygusu çocukta elbette ödevle arttırılabilir. Ama asıl ödev anne babanın da kendini tıpkı çocukları gibi yapması. İnşa etmesi. Öğrenmesi.

 

Büyüklere Ev Ödevi

Neyi mi? Ev ödevlerini yapmayı tabii ki! Ne midir anne babaya düşen ev ödevi? Baştan söyleyeyim, çocukların ödevlerini savsaklamadan yapmalarını sağlamaktan asla ibaret değil. Hatta mümkünse bu konuda pek az müdahil olmalılar.

Maalesef çocuklarını ödevlerinin başına oturtmak için o kadar ısrarcı baskıcı davranıyor ki ebeveynler, bugün gördüğümüz en iyi ihtimalle anne baba istediği için çocukların masa başına oturması. Onların zoruyla. Fakat çocukların odaklanma becerisi internet televizyon ve sosyal medya yüzünden zaten pek düşük, ödev yapmak hasebiyle anne babayı memnun etme konusunda bile pek şevkli değiller.

Dağılıp gidiyor zihinler. Kopuk kopuk. Sorumluluk bilincinin ödev yapmakla orantısı hiç kurulmuyor. Zaten anne babalar da çocukla en büyük ilgilenme yönteminin “hadi evladım dersinin başına” komutu vermek olduğunu sanıyorlar. Hakkını yemeyelim, dahası, çocuklarıyla beraber matematik problemi çözmekle, dil ve imla testi yapmakla onların ilgi ve şefkat ihtiyacını karşıladıklarını düşünüyorlar.

Kendi şevkleri, azimleri, hevesleri, ödevini hakkıyla yapma arzuları hiç gelişmiyor bu şekilde. Sorumluluk duygusu ancak vebalini göze alırlarsa kazanılır. Bu şekilde sırtlarını sizin inisiyatifinize dayıyorlar. Sonra bir bardak su getir kızım deyince, kalk kendin al, diye kafa tuttuklarında yaka silkiyorsunuz.

Ebeveynlerin ev ödevi evet öncelikle çocukta otorite kurmak ve disiplin duygusunu geliştirerek mesuliyet almalarına dönük davranmak olmalı. Ailede anne babaya karşı eksilen saygıyı ve hürmeti çocuktaki otorite ihtiyacına bağlamak sosyolojik bir veri olarak geçerlidir şüphesiz. Ama sorunun kökeni de burada. Çocuğuyla arkadaş olacağım derken çocuğun hiyerarşi duygusunu dejenere ederseniz değerler silsilesinde aileyi önemsizleştirmekle öğretmenine ve okul ödevlerine karşı da umursamaz ve ihmalkâr olmalarına yol açılıyor.

Neden sonuç ilişkileriyle gerçeğin tamamına vakıf olamadığımızdan dem vurmuştum önceki yazımda. Çocuk eğitiminde anne baba olarak “ne yaparsanız yanlış yaparsınız nasılsa” diye Freud’un sözünü haklı çıkarmış sonra da tam tersini iddia etmiştim. Ne yaparsanız yapın doğru yaparsınız. Çünkü olanda hayır vardır, her an zuhur eden haktır, en belalı vukuatı bile celalinden bize bildiren Haktır.

 

Nefsten Ruha İçi Eğitmek

Psikolojinin analiz yöntemleriyle nefsin emmare ve levvame (kendini en fazla kınayan nefs mertebesine gelebilirsiniz o da sabit olmaz.) Nefsini ruh kılmadan ilim bilmek imkansız. Ruh, kalp, akıl ve nihayetinde sır olduğunda… Arif: İrfan kaynağı. Kendinden üretendir artık o bilgiyi. Dönüştürür, kullanır, yağmalatır, paylaşır.

Evet evde ailede okulda sokakta arif insan tipi yetiştirmenin yöntemlerini yeniden eğitimin içine koymanın yolunu bulmalıyız. Eğitim dediğimiz kelimenin içi var içi var kültürümüzde. Öğreten anlamına gelen müderris, medrese, idris derken nefsine arif olacak kişinin nefs eğitimini alması olmalıdır ana tema. Aslına dönme tatbikatı.

 

Değişmeyen Müfredat

Müfredat: Ölmeden önce ölme ve nefsini hesaba çekme odaklı olmalıdır. Bilgiyi dönüştürüp insanlığın yararına kullanacak olan talebeyi yetiştirmektir marifet. Test usulüyle yarış atları gibi çocukları strese sokup sonradan kullanamayacakları bilgilerle doldurarak unvan peşinde koşmalarını sağlamakla medeniyet değerleri kurulamıyor.

Maarif dediğinizde: Talebe vardır, talep eder. Ana babası için değil, kendi nefsi için! Medrese kültürünü aile ve okul yapımıza uygun olarak bugünün ruhunda yeniden diriltmek gerekiyor. Çünkü nefsini bilmeden / kendini bilmeden sorumluluk alıp kendine yeterli olacak, kaynağı kendinden çekecek yetişkinler (kamil, arif, veli) yetiştirmek mümkün değil.

Kalp ilmi, eğitimin maneviyatı olarak yeniden telakki edilmeli. Nefs eğitmenleri kadim (evrensel) yöntemlerle yüzyıllarca olduğu gibi yeniden hemhal olmalı. En az akil yetiştirmek kadar arif yetiştirmek konusunda sorumluluk almalıyız, ancak o zaman “çok çok çalış” ödevini ihya ederiz ve yaşadığımız şehir Medine-i Münevvere olur.

Diğer Yazıları

YERYÜZÜNDE YALINAYAK

İçten dışa, dıştan içe; seferlerimiz... Yeni yılın ilk yazısı Leyla İpekçi'nin kaleminden. Dünya, bütün hikayemiz burada, yol arkadaşlığımız. Çıkıp gidemeyeceğimiz içimiz dışımız. Kimine cife, zindan, cehennem. Kimine cennet. Kimine ateş [...]

BENLİK KİBRİ; ÖĞRENMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL

Ben bilirim egosu. Bilmeyi kartvizite, unvana, diplomaya, sertifikaya sıkıştırmak.  Kendimizi bilmekten, varlığa faydalı olmaktan çok adımızdan söz ettirmek, unvan, itibar, makam için  öğrenmek. Leyla İpekçi öğrenmenin, bizi aslımızla sürekli irtibat [...]

ÖĞRENMEK KALPTEN KALBE GEÇİŞTİR

ABAD Blog'da Genç Bilgeler diye bir köşemiz var. Leyla İpekçi'nin iki yıl önce kaleme aldığı ama hala dün yazılmış gibi güncelliğini koruyan bu çok önemli yazı dizisinden derlenen kesitler işte [...]

ÇÜNKÜ HARFLERDE “İNSAN” SAKLIDIR

"Yazarken hep sevdiğimle beraber olmak için yazarım. Aşk duygumun tecellisi bu yüzden yazmakla zuhur eder. Yıllar içerisinde dünyaya, hayata ve insanlığa dair en dip manâları hep kalemimin ucundan sayfalarıma indirdikçe [...]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir