UZAKTAN KOMŞUMUZ İRAN-1

Çok gezen bilir köşemizde bir İran yazısı var.  Bu denli yakın olmasına rağmen bir o kadar da uzakmış algısına sahip İran’a “Uzaktan Komşumuz” diyor Mustafa Kürşat Şahiner. Yakında bir İran seyahati planlayanlar için pratik bilgilerin de olduğu faydalı bir yazı. İyi okumalar.

Mustafa Kürşat Şahiner
ABAD Blog için yazdı.
10.11.2021

UZAKTAN KOMŞUMUZ ‘’İRAN’’ – 1

 

       Başlığı okuduğunuzda ‘uzaktan komşu mu olurmuş yahu’ diyeceksiniz belki ama İran ile durumumuz tam olarak böyleymiş aslında. Gerek devrimden sonra İran’ın dünyaya olan bakış açısı ve kapalı bir stratejiyi tercih etmesi, gerekse bizim birtakım dogmatik algılarımız ve küresel medyanın oluşturduğu çerçeve bizi hemen yanı başımızdaki komşumuza öyle uzaklaştırmış ki daha seyahat planımın başında ne işin var İran’da gibi tepkilerle karşılaşmadım değil. Doğrusu ben de yola çıkarken birtakım ön yargıları götürüyordum bavulumda ama tüm bu düşünceler havaalanından şehir merkezine gitmek için bindiğim takside açılan İbrahim Tatlıses’ten ‘ayağında kundura’ türküsüyle son buldu. İbrahim Tatlıses’in Ortadoğu’da olan namını bilmeyenimiz yoktur fakat İran’da bu kadar seviliyor olduğunu tahmin etmemiştim. Sonrası zaten taksici abimizle sohbet, muhabbet ve tabii biraz havaya girmek için de Farsça müzikler açmasını rica ediyorum. Tahran şehir merkezine giderken dikkatleri ilk çeken şey Ruhullah Humeyni Türbesi oluyor. Burası şehrin güneyinde biraz uzakta kalıyor, dolayısıyla seyahatim boyunca buraya uğrama fırsatı bulamadım. Oldukça ihtişamlı büyük bir yapı, Humeyni ailesinin yanı sıra bazı siyasilerin mezarları da buradaymış.

Şehre yaklaştıkça Tahran’ın neredeyse eteklerine konduğu Elburz Dağları git gide heybetini arttırıyor. Sonra gözünüze şehrin sembollerinden Milad Kulesi çarpıyor, en yüksek noktası 435 metre. Ben Tahran’da olduğum süre içerisinde kıymetli bir dostumun evinde konaklıyorum, adrese geldiğimizde iyi dileklerle taksiden ayrılıyorum. Yerleştikten sonra o gün için gezmeye pek vaktim kalmasa da yürüme mesafesinde olan Tecriş Çarşısı’na doğru bir keşif gezisine çıkıyorum. Buraya benim bulunduğum yerden Şeriati caddesi boyunca yarım saat yürümeyle varıyorsunuz. Şeriati caddesi biraz daha devam etse neredeyse şehri ikiye bölecek kadar uzun, günün her saatinde hareketli ve sağlı sollu dükkanların, binaların yerleştiği geniş bir anayol. Caddenin sonunda üç önemli noktanın kesiştiği yere çıkıyorum; Tecriş Çarşısı, Tecriş Meydanı ve İmamzade Saleh Camii. Tecriş Çarşısı aradığınız her şeyi bulabileceğinize inandığım büyük bir kapalıçarşı. Meyve, sebze, hediyelikler, çeyizlikler, ayakkabıcılar, hırdavat, buradan evinizin tüm alışverişini yapıp çıkmanız mümkün. Öylesine de kalabalık ki insanlar birbirine sürtünerek yürüyorlar. Bu kalabalığın sebebi olduğunu düşündüğüm şeyleri sonra öğreniyorum; o gün orada mevlid kandili – bizden bir hafta sonra kutluyorlar – ve kandil günleri de resmi tatil. Çarşıdan çıkınca hemen solda İmamzade Saleh Camii sizi karşılıyor. Burada 12 İmam’dan yedincisi Musa el-Kazım’ın oğlu Saleh’in türbesi bulunmakta, Şiiler için en önemli ibadet noktalarından biri. Bugünlük kısa olan gezimi sonlandırıyorum ve edindiğim ilk izlenimlerimi, güzel bir haftanın beni bekliyor olduğunu düşünerek geldiğim yoldan eve doğru yürüyorum. Yemek yemek için masalarını kaldırıma kurmuş küçük bir restoran seçiyorum. Sipariş vermek için garsona sesleniyorum ama ne Türkçe – belki bir iki kelime biliyordur beklentisiyle – ne de İngilizce anlaşmak mümkün olmuyor. Ardından gidip cam vitrinden siparişimi seçiyorum, ilk günden risk almamak adına bizim kebapları andıran bir yemek oluyor tercihim. Yemeğimi beklerken garson bir şey sormak için tekrar geliyor ama yine anlaşamıyoruz tabii. Tam o sırada arka masaya yeni oturmuş Azerbaycan Türkü bir abimiz yetişiyor yardıma. Nasir abi, 3-4 yaşlarında ikiz çocukları Sevilay, Orhan ve eşiyle birlikte arkadaş oluyor bana yemek yerken. Biraz muhabbet ediyoruz, aslen Azerbaycanlı olsa da doğma büyüme İran’da yaşamış hep. Ülkede sokakların, caddelerin aslında her zaman hemen hemen bu kadar hareketli olduğunu söylüyor. İnsanların sosyalleşmek için pek başka alternatifinin olmadığından, bundan dolayı kendilerini dışarıya attıklarından bahsediyor. Bu noktada devrimin getirmiş olduğu kısıtlardan söz edebiliriz. Kafelere, canlı müzikli eğlence mekanlarına sık rastlamanız mümkün değil. Elbette benzer mekanlar var ancak geç saatlere kadar açık kalmaları, alkollü içecek satmaları ve her türlü müziği çalmaları toplumsal ve ahlaki suç kapsamında değerlendiriliyor. Uygun canlı müzikli mekanlarda ise şöyle bir şey var; bir erkeğin canlı müzik performansını herkes dinleyebilirken bir kadının canlı müzik performansını sadece kadınlar dinleyebiliyor. Bu noktada bir kural da metrolarda söz konusu. Metrolarda kadın ve erkek vagonları ayrılmış, kadınlar isterse erkek vagonuna binebiliyor ancak erkekler kadın vagonuna asla binemiyor. Bu feminen kural hoşuma gitmedi değil. Yemeğimi yedikten sonra ödememi yapıyor, Nasir abiyle birbirimize numaralarımızı veriyor, vedalaşıp ayrılıyoruz. Bir porsiyon kebap ve ayran için 64 bin tümen ödüyorum, yani yaklaşık 20 liraya tekabül ediyor. Para birimiyle ilgili kısım da biraz karışık İran’da. Para birimi riyal iken geçen yıl dört sıfır atılarak tümene çevrilmiş ama birçok yerde hala riyal kullanımını ya da tek sıfır atılmış haliyle tümen ifadesi kullanımını görebilirsiniz.  Bu arada ambargodan dolayı burada mastercard, visa gibi kartlarınızı kullanamıyorsunuz. Bu nedenle mutlaka nakitle gelip paranızı İran parasına çevirmeniz gerekiyor.

blankErtesi gün planımın ilk rotası Sadabad Sarayı. Gitmek için Snapp Taksi uygulamasını kullanıyorum, bu uygulamaya İran’ın uberi diyebiliriz, hatta sadece uberi de değil. Snapp Food ile uygulama üzerinden yemek söyleyebiliyor, sanırım Snapp Trip ile de otel rezervasyonu yapıp, otobüs bileti satın alabiliyorsunuz. Çağırdığım taksi sadece 1 dakikada kapının önünde oluyor. 5 kilometrelik mesafeye 5-6 TL’ye denk gelen bir miktar ödüyorum. Sarayın girişindeki bankodan girmek istediğim müzeler için biletlerimi alıyorum, turistler ile İran vatandaşlarına uygulanan ücret tarifeleri bizde de olduğu gibi farklı işliyor. Bu kompleksin içerisinde 19 tane müze var, daha doğrusu önceden farklı amaçlarla kullanılmış saraylar devrimle birlikte müzeye çevrilmiş. Çok geniş bir alan üzerine, şehrin en kuzeyine kurulmuş burası, aslında bir ormanın içerisinde geziyor gibi hissediyorsunuz. O kadar yeşil, o kadar doğal ki bir ırmak bile geçiyor yerleşkenin içinden. Kaçarlar döneminde inşasına başlanmış, Pehlevi hanedanlığında da sürekli eklemeler yapılmış ve bugünkü haline kavuşmuş. İlk olarak şah döneminde kullanılmış nostaljik arabaların sergilendiği müzeye giriyorum, otomobillere ilginiz varsa burayı gezmeyi tercih edebilirsiniz.

Ardından adından çokça kez söz edilen Yeşil Saray oluyor durağım. Gerçekten bahsedildiği kadar var, muhteşem bir mimari, mükemmel bir işçilik var. Odaların duvarları ve tavanları en küçük noktasına kadar aynalarla süslenmiş, yerlerde İran işi halılar ve eskitme mobilyalar. Açıkça söyleyebilirim ki burası iz bırakanlar listemin ilk sırasına yerleşiyor. Sonrasında kraliyet elbiselerinin sergilendiği bir başka müzeye gidiyorum. Bilet alırken görevlinin önerisi üzerine burayı listeme eklemiştim, çok etki uyandıracağını düşünmüyordum aslında ama yanılmışım. Hanedanlığa ait, tasarım harikası, gösterişli, çok şık elbiseler. Bazılarının kraliçelerin giydiği dönemden fotoğrafları da bulunuyor, öyle olunca daha bir kıymetleniyor sanki bu elbiseler. Üst katta son İran Şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin üçüncü ve hala hayatta olan son eşi Farah Diba’nın gelinliğini ve nişanlığını da görebilirsiniz. Burayı mutlaka ziyaret etmelisiniz, kesinlikle değer. Buranın en büyük eserine geliyor sıra, Millet Sarayı; Beyaz Saray diye de ifade ediliyor. 1937’de imzalanan Sadabad Paktı da işte bu binada imzalanmış. Saraya girmeden hemen önünde iki şey dikkatinizi çekiyor; ilki İran mitolojisinden Okçu Araş’ın heykeli, ikincisi ise Şah Rıza’nın sadece bacaklarının olduğu heykel.

blankAraş, Persler için mitolojik bir kahraman, okunun ulaştığı son nokta İran’ın sınırı olarak kabul edilirmiş. Şahın yarım heykeli ise ibret alınması için oraya konmuş. Şah Rıza Pehlevi tarafından yaptırılan saray 2 kattan oluşuyor, geniş bir giriş salonu ve onlarca odası var. İhtişam ve gösterişten kaçınılmayan bir mimari yine. Yerleri süsleyen İran halıları da muhteşem, en büyüğü 145 metrekare. Gezimin Sadabad Sarayı kısmını böylece noktalıyorum, çıkarken 4 saate yakın bir zaman geçirdiğimi fark ediyorum.

Öncesinde planlamadığım şekilde yürüme mesafesinde olan başka yerleri arıyorum haritadan, arkadaşımın tavsiyesi de olan sinema müzesi çarpıyor gözüme. İran sinemasına dair bir iki filmden başka pek fikrim de olmayınca gitmeye karar veriyorum. Ve varınca diyorum ki ‘iyi ki gelmişim’. Daha içeri girmeden binasıyla, bahçesiyle beni mest ediyor adeta, harika bir yer. Çayınızı, kahvenizi alın, kitabınızı alın oturun, saatlerin nasıl geçtiğini anlamazsınız. Cüzi bir giriş ücreti ödeyerek başlıyorum gezmeye. İran’ın sinemayla tanışması 1900 yılında dönemin şahının, hastalığının tedavisi için gittiği Paris’te Expo’yu ziyaret etmesiyle başlıyor. Sonrasında her geçen gün üstüne koyarak devam ediyor ve günümüzde önemli yerlere geliyor İran sineması. Müzenin içerisinde eski sinema çekim makineleri ve İran sinemasının aldığı yüzlerce ödül sergileniyor.

blankBu noktada 2016 Cannes Film Festivali’nde ödül alan, Asgar Ferhadi’nin yazıp yönettiği ‘Satıcı’ isimli filmi de izlemeniz için önermek isterim. Buradan ayrılmak biraz zor olsa da belki bir dahaki İran seyahatimde yeniden gelirim umuduyla başka bir müzenin yolunu tutuyorum. Evet, İran bir müzeler şehri adeta, çok sayıda müze var. Günlerce gezebilirsiniz. Benim sıradaki durağım ise Zaman Müzesi. Belki bana ‘sen de hepsini hayranlıkla beğeniyorsun’ diyeceksiniz ama eminim siz de görseniz kayıtsız kalamazdınız, yine muhteşem bir yapı karşılıyor bizi. İnanılmaz estetik, içi dışı en ince ayrıntısına kadar düşünülerek tasarlanmış bir konak burası. Binadaki işlemeler için 40 işçi tam 13 yıl boyunca çalışmış burada! Bu bilgi karşısında şaşırıp kalıyor insan, detayları inceledikçe daha bir keyfine varıyorsunuz. Çeşit çeşit, dünyanın dört bir tarafından getirilmiş antika onlarca saat sergileniyor. Zaman öyle kıymetli ki diyorum içimden, işte her şeyi somut bir hale bürüyerek anlatıyor burası.

Oldukça verimli geçen bu günü böylece sonlandırıyorum. İkinci kısımda İran’ı kaldığımız yerden gezmeye devam edeceğiz.

Diğer Yazıları

YERYÜZÜNDE YALINAYAK

İçten dışa, dıştan içe; seferlerimiz... Yeni yılın ilk yazısı Leyla İpekçi'nin kaleminden. Dünya, bütün hikayemiz burada, yol arkadaşlığımız. Çıkıp gidemeyeceğimiz içimiz dışımız. Kimine cife, zindan, cehennem. Kimine cennet. Kimine ateş [...]

BENLİK KİBRİ; ÖĞRENMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL

Ben bilirim egosu. Bilmeyi kartvizite, unvana, diplomaya, sertifikaya sıkıştırmak.  Kendimizi bilmekten, varlığa faydalı olmaktan çok adımızdan söz ettirmek, unvan, itibar, makam için  öğrenmek. Leyla İpekçi öğrenmenin, bizi aslımızla sürekli irtibat [...]

ÖĞRENMEK KALPTEN KALBE GEÇİŞTİR

ABAD Blog'da Genç Bilgeler diye bir köşemiz var. Leyla İpekçi'nin iki yıl önce kaleme aldığı ama hala dün yazılmış gibi güncelliğini koruyan bu çok önemli yazı dizisinden derlenen kesitler işte [...]

ÇÜNKÜ HARFLERDE “İNSAN” SAKLIDIR

"Yazarken hep sevdiğimle beraber olmak için yazarım. Aşk duygumun tecellisi bu yüzden yazmakla zuhur eder. Yıllar içerisinde dünyaya, hayata ve insanlığa dair en dip manâları hep kalemimin ucundan sayfalarıma indirdikçe [...]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir