SEMBOLİK DİL YAHUT ANLAMIN MERTEBELERİ

Dilâ bu Mantık’ut‐tayrı fesâhat ehli anlamaz,

Bunu ancak ya Attâr veyahut Tayyâr olandan sor.

 

Kuş dilidir bu, anlamaya Süleyman gerek. Hitabet, etkili iletişim, diksiyon eğitimleri, sertifikaları muradı bir türlü kavrayamaz, yarı yolda bırakır. İki kanat takıp, kuş olup uçmak gerek. Aşk ve bilgi kanadı. Geleneğimizin, irfanın, hakikatin dili örtülü bir dil.  Sabır ve emek isteyen nazlı kelimelerle konuşuyor. Açmak için mecazları, mazmunları çözmek hakikat gelininin gönlünü yapmak, duvağını aralayıp ay yüzüne bakmak gerek, tabi hala akıl başta ise. 

Dr. Yasin Şen irfani dilin içerdiği sembollere ve çok katlı anlama dair yazısında bize kadehten, şaraptan, meyhaneden, sevgilinin yüzündeki benden, ayva tüyünden, saçından, top zülfünden, hilal kaşından bahsediyor. Anlamı derinleştiren, genişleten sembollerin dilinden. Başka türlü üzerinde konuşulamayacak, dile gelmeyecek olanı kelimelere, harflere razı eden dilden.

Dr. Yasin Şen
ABAD Blog için yazdı.
25.11.2021

İnsan doğası gereği sembollerle çevrili bir varlık. Rüyalardan yazı stillerine kadar bizi anlatan pek çok ifade şekli var ve bunların hemen hepsi geleneğe bağlı bir yorum çerçevesinde anlam bulmaktadır. Çeşitli verimleri itibariyle zayıflasa bile edebiyatın ve kültürün sembollerle ilişkisi neredeyse hiçbir zaman yok olmamış. Edebî sanatlar, mazmunlar ve daha da önemlisi dilin kendi varlığı sembollerle örülü olarak karşımıza çıkmakta ve bu da onları yorumlamamız gerektiği anlamına gelmektedir. Fakat sembolün ciddiye alınması gereken en önemli tarafı zamanla anlamın örtülmesi meselesidir. Sembol tabiatı icabı anlamı örter.

İnsanın ve edebiyatın sembollerle olan bu yoğun ilişkisini felsefesinin temeline koyan düşünürler vardır. Ernst Cassirer bunlardan birisidir. Cassirer’e göre insan sembolleştiren bir varlıktır ve biz sembolik bir dünyada yaşamaktayız. Yine filozofa göre biz bu sembollerin içine girmek zorundayız. Bunun sebebi somut olanı aşmamız gerektiğidir. Çünkü somut olanı aşmak bir gelişmişlik işaretidir.[1]

Sembollerin veya simgelerin edebiyatta sıklıkla kullanımı onların işlevsel bir yanının olduğunu ifade eder. Semboller anladığımız kadarıyla bir ihtiyaca karşılık gelmektedirler.[2] Hatta onlar masallar, mitolojik unsurlar ve belki de rüyaların geliştirdiği ortak dildi.

Sembolik dili geleneksel, rastlantısal ve evrensel olarak üç grupta inceleyen Erich Fromm’a göre dil geleneksel sembole en iyi örnektir. Bayrakların renk ve şekilleri de geleneksel sembolizmi ifade eder. Öte yandan rüyaların dili rastlantısaldır. Bizde üzüntü veya sevinç uyandıran bir şehir, renk, kişi, eşya da rastlantısal sembolizme örnek teşkil eder. Evrensel semboller içinse eşyanın bütün milletler üzerindeki ortak tesirini örnek verebiliriz. Mesela su denildiğinde sürekliliğin, hayatın, devamlılığın ve huzurun anlaşılması evrensel sembolizme örnektir.[3]

Görüldüğü üzere kutsal metinler başta olmak üzere günlük hayatımızdan edebiyata insanın ilişkili olduğu alanlarda karşımıza en çok çıkan ifade biçimlerinden birisi bu sembolik dildir. Sembolik dil, zaman içinde kelimelerin anlam kaymasına uğramasından ötürü bazen kastedilenin ötesinde bir kabul görebilmektedir. Bu durumda anlam ötelenmiş olmaktadır.

Kültürümüzde, sembollerin en çok ilgili olduğu metinlerin başında kıssalar ve menkıbeler gelmektedir. Kıssalar ve menkıbeler kendi özellikleri gereği sembolik dili kullanmaya en müsait anlatılardır. Buradaki muhtevanın reel âlemde aynen yaşandığını düşünmek, bu tür metinlere yönelik anlama probleminin de başlaması demektir. İrfânî öğretiyi merkeze almış edebiyat geleneklerinde ve tasavvufta kıssalar, sembolik dilin öne çıktığı metinler olarak dikkat çekerler. Tabir yerindeyse bu metinlerde yer alan kahramanlar her an ve her zamanda karşımıza çıkabilirler. Bu husus kutsal metinlerde daha çok hissedilir. Bu metinlerin bütün zamanlara hitap edebilmesinde sembolik dilin verimlerini son derece etkili kullanabilmesi büyük rol oynamıştır.

Burada dikkati çeken bir diğer husus bu tür metinlerin muhataplarıdır. Sembolik dille yazılmış bir metni yorumlayanlar, bunlardan hareketle tarihte yaşanmış ve olmuş bitmiş bir hadiseden söz ediyorlarsa bu kişiler en basit tabirle bu metinleri anlamamış ve yanlış yorumlamış demektir. Bunlar, bu tür metinlerin muhatabı değildir. Olsa olsa bu kimseler birer taşıyıcıdır. Asıl maksat bu metinleri anlayanlar ve buradaki hakikati enfüse/içine/kendine tatbik edebilenlerdir.

Sembolik dilin Türk Edebiyatı ve Türk Kültürü içerisinde sandığımızdan daha fazla etkili olduğunu söylemek isteriz. Edebî metinlerde beliren müşterek her sembol, kendisinden bir derece üstte bulunan gerçeğin veya hakikatin remzi olabilmektedir. Bu irfânî öğretilerde genel olarak böyledir.

Yukarıdaki yorumun Türk Edebiyatının diğer verimleri için de düşünülmesi gerektiği kanaatindeyiz. Mesnevî’de geçen “Hezl, bir şey öğretmek içindir; sen bunu ciddiye al, onun zahirine bağlanma! Cahiller, ciddiyi hezle hamleder, ariflerse hezli ciddiye yorarlar!”[4] sözleri Doğu edebiyat geleneklerinde dilin ve bazı edebî türlerin anlam katmanlarına ve mesaj taşıyıcılığına işaret eder. Aslında bu sözlerle işaret edilen husus; başta Türk, Fars ve Arap Edebiyatları olmak üzere geniş bir coğrafyada edebî metinlerin özündeki ruhu haber vermektedir. Buna göre sadece kelime ve kavramların sembolik değerine işaret etmek yetmez, anlamın da mertebeleri olabileceği onu yorumlamaya çalışan okuyucunun her daim hatırında bulunmalıdır.

Edebiyatta mecaz ve bu sembolik dilin yanı sıra telmih, teşbih, istiare gibi anlamın belirginleşmesine ve temsil edilmesine yardımcı olan edebî sanatların yaygınlığından da söz etmek isteriz. Bunlar anlamın örtülmesinde, en azından ehil kimseler tarafından anlaşılmasında bir dereceye kadar etkilidir. Bu hususun kutsal kitaplarda ve tasavvuf edebiyatımızda önemli bir yeri olduğunu düşünüyoruz: “Tasavvuf edebiyatında, hakikati mecaz ile örterek anlatmak, zaruretlerin doğurduğu bir gelenek olarak karşımıza çıkmaktadır. Esasen, bu ‘örtme’ yöntemi Kur’an’da da bulunmaktadır. Sûfîlerin, bu yöntemi benimsemesi, ilâhi örtmenin gerisindeki hikmete ters düşmemek içindir.”[5]

Doğu edebiyat geleneklerinde edebî metnin iç dünyasını teşkil eden önemli konulardan birinin bu sembolik dil olduğunu düşünüyoruz. Bunun Doğu milletlerinin düşünce sistematiğiyle herhalde çok yakın bir ilgisi vardır. Dolayısıyla öncelikle bir metnin ait olduğu sembolik dilin dünyası ana hatlarıyla kavranmalıdır. Edebî metnin layıkıyla değerlendirilmesi ve yorumlanabilmesi için bu elzemdir.

Anlaşıldığı kadarıyla katı bir gerçeklik anlayışıyla edebî metinler yorumlanamaz. Bunun en temel sebebi Doğu edebiyatlarının irfanî öğretiyi esas almaları ve sembolik dili yüzyıllar boyunca ısrarla kullanmaları olmuştur. Dikkat edilirse sembolik dil daha çok tahkiyeli eserlerde ve şiirde karşımıza çıkar. Mesnevi, hikâye, masal, fabl, rivâyet, menkıbe, tekerleme, bilmece, destan ve şathiye türündeki eserlerin içerisinde yer alan varlıklar, semboller ve hayvanlar aslında belli duygu ve düşüncelerin karşılığıdır. Burada esas olan insanın hakikati bu alegorik varlıklar yoluyla anlamasıdır. Amaç hikâye anlatmak, kurguya muhatabı hayran etmek, edebiyat icra etmek veya sanat göstermek değildir. Bunlar olsa olsa birer araçtır ve bir medeniyetin ifadesi demek olan edebiyat için tali yollardır. Bu, en azından büyük edebiyat gelenekleri için böyledir. Kendi geleneğini kurmuş bir edebiyatın öne çıkan verimlerinde, verilmek istenen mesaj, mümkün olduğunca güçlü bir dille ve sembolik kavramlarla ifade edilmeye çalışılır.

Sembolik dilin Doğu şiirinde çok fazla öne çıkması, şiirin âdetâ sembollerle örülmesi çok dikkat çekicidir. Bu yoğun anlatım tarzı bazı yorumlarda çok indî değerlendirmelere sebebiyet verebilmiştir. Burada dikkati çeken husus anlamın mertebeleridir. Bir şair, çok gerçekçi bir tabloyu da bu malzemeyle ele alabilir. Ona bu hakkı veren zaten kelimelerin yaslandığı mecaz dünyası ve yine kelimelerin sahip olduğu anlam katmanlarıdır. Şair şaraptan bahsediyorsa bu, onu okuyanların bundan şarabı anlamaması yüzündendir. Aksi hâlde koca bir edebiyatı şarapla, kadınla ve beşerî sevgiyle açıklayanların yanıldığı bir noktaya doğru sürüklenip dururuz. Esasında bugün eski edebiyat araştırmalarının aksadığı ve sükûta uğradığı yer de burası olmaktadır. Kopan epistemolojik halka anlamın kapılarını aralamayı güçleştirmektedir.

Edebî metinlerde sembollerin gerekliliği üzerinde çok fazla durulması bazı soruların sorulmasına ve bir kısım metinlerde bunun işlenmesine sebep olmuştur. Birçok Doğulu müellif, edebi metinlerde ısrarla yinelenen kavramlarla ne anlatılmak istendiği konusuna çeşitli yorumlar getirmiştir. Bu yorumlar kadim metinleri anlamada bize yol göstermektedir. Biz bunlardan birkaçına yazımızda yer vermek istiyoruz. “Mânâ eri, sözünde göze, dudağa işâret etmekle ne murad eder?” sorusuna Gülşen-i Râz müellifi Mahmud Şebüsterî hazretleri şöyle cevap verir:

“Makamları, hâllere nail olan er, yüzden, saçtan, sakaldan, benden ne arar, ne ister? Bu âlemde görünen her şey, o âlem güneşinin aksi gibidir. Âlem; saç, ben, sakal ve kaş gibidir; her şey, kendi yerinde kendi makamında iyidir, hoştur. Tanrı’nın tecellîsi gâh cemâl yoluyla olur, gâh celâl yoluyla olur… Yüz ve saç da o mânâlara misâldir. Ulu Tanrı’nın sıfatları lûtuf ve kahırdır. Güzellerin yüzleriyle saçlarında da bu lûtuf ve kahır var. Bu duyulan sözler, duygularımızla duyup bildiğimiz şeylere delâlet eder. Bu yüzden evvelâ duyup bildiğimiz şeylere delâlet etmek üzere söylenmişlerdir. (…) Gönül ehli olanlar, mânâyı anlatırlarken bir benzeriyle söylerler, anlatırlar. Çünkü duygularımızla anladığımız, bildiğimiz şeyler, mâna âleminin gölgesi gibidir.”[6]

Şebüsterî hazretleri, eserinin devamında kadim Doğu şiirinde çokça kullanılan zülf, saç, ayva tüyü, meyhane, şarap, küfür, put gibi ilk anlamıyla değerlendirilemeyecek birçok kavramın neye işaret ettiğini söyler. Böylece bu şiir geleneğinde anlam ve ifade bir yere oturmaktadır. Mahmud Şebüsterî hazretlerinin bu sözlerinden sembollerin neye işaret ettiği net bir biçimde anlaşılmaktadır. Dolayısıyla şiirde ısrarla yinelenen birçok kavram, ilk anlamından ötede belirli hallerin, yaşanan iç tecrübelerinin, bazı fikirlerin, şairin içinde bulunduğu irfanî durumunun ifadesinden başka bir şey değildir. Burada kavramların hiçbir zaman gerçek anlamlarında kullanılmadığını söylemiyoruz. Aksine onların -günümüzdeki anlamıyla- gerçekliği de içine alacak bir derinlik ve genişlikte kullanıldığını ifade etmek istiyoruz. Söz konusu duruma başka bazı sûfî müelliflerle şairler de dikkat çekmişlerdir. Niyâzî-i Mısrî hazretleri, Risâle-i Es’ile ve Ecvibe’de özellikle mutasavvıf şairlerin remizli ifadelerinin anlam dünyasına şu sözleriyle işaret eder:

“Bu sûfiyyûn taifesi îmân-ı taklîdîden îmân-ı tahkîkîye sefer ettikleri gibi, cemî eşyânın da zâhirinden bâtınına ve sûretinden manâsına sefer etmişlerdir. Cevâhir-i eşyâyı kemâ hiye aleyh görmüşler ve bilmişlerdir. Onun için ekser sözleri âlem-i ma’nâdandır. Meselâ şaraptan muradları mârifetullahtır. Ve mârifetullahın neticesi muhabbetullahtır. Ve şarabın neticesi aşk-ı ârızîdir. Aşkla muhabbet bir mânâyadır. Bu münasebetle şarap derler, muhabbetullah murad ederler. Muradları harâm olan şarap değildir. Zira harâm olan şarabı medh etmek, hılline (helâlliğine) zâhib olmaktır. Ve hılline zâhib olmak küfürdür. Ve meyhane derler, muradları mürşid-i kâmilin gönlüdür ki muhabbetullah hazinesidir. Ve kadehten murad, talibe telkin ettikleri kelime-i tevhîd ve ismullahtır. Yahut zebânından mârifetullah ile sudûr eden kelimâttır. Sâlik dinledikçe ol kelimâtın zevkiyle mest-i lâ-ya’kil olur. Ve mahbubtan murad, mürşid-i kâmildir. Zira mahbub görüldükte, gönül muhabbet ettiği gibi ve mahbûbun tenasübü a’zâsı olup her bir nakşı yerli yerinde olduğu için gönül muhabbet eder.”[7]

Görüleceği üzere bunun bilinçli bir tercih olduğu ortadadır. Peki, neden böyle bir tercihte bulunulmuştur? Aslında bu sorunun cevabı tarihimizin satır aralarında gizlidir. Bilindiği gibi bazı manaları açmalarından ötürü birçok mutasavvıfın başı beladan kurtulmamış; kimisi öldürülmüş, kimi sürgün edilmiş, bazıları ise ömrünü zindanlarda geçirmiştir. Bu durum, en azından sûfî şairleri anlamı örtme yoluna, sadece ehlinin anlayabileceği bir üslubu kullanmaya sevk etmiştir. Aslında bütün bir edebiyatın içinde çok etkin bir şekilde yer alan bu üslubu onlar daha bilinçli ve sistematik bir şekilde kullanmışlardır.

[1] Ernst Cassirer, Sembol Kavramının Doğası, Çev.: Milay Köktürk, Hece Yayınları, Ankara 2011, s. 7.

[2] Mircea Eiade, İmgeler Simgeler, Türkçesi: Mehmet Ali Kılıçbay, Gece Yayınları, Ankara 1992, s. XIX.

[3] Erich Fromm, a.g. e., s. 25 vd.

[4] Mevlânâ, Mevlânâ, Mesnevî-i Şerîf, Mütercim: Süleyman Nahîfî, Sadeleştiren: Âmil Çelebioğlu, Timaş Yayınları, İstanbul 2008, s. 514.

[5] Cemâl Kurnaz-Mustafa Tatcı, Türk Edebiyatında Şathiye, Akçağ Yayınları, Ankara 2001, s. 23.

[6] Abdülbâki Gölpınarlı (Çeviren ve Şerheden), Gülşen-i Râz Şerhi, Milli Eğitim Basım Evi, İstanbul 1972, s. 177-178.

[7] Niyâzî-i Mısrî, Risâle-i Es’ile ve Ecvibe, Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi Bölümü, nr. 2963, v. 4a.

Diğer Yazıları

ÂŞIKLAR DİYARI

Dr. Yasin Şen ABAD Blog için yazdı. 15.12. 2021 Âşıklar Diyârı’na gitmeye niyetlenmiştik. Birkaç hafta boyunca içimizde beslediğimiz niyetin şevki ile nihayet yola koyulduk. Bu günü Âşıklar Diyârı’nda ihya edecektik. [...]

FUZULİ VE ALEM-İ KAYD

Cân ü dil kaydını çekmekten özüm kurtardım Cânı cânaneye ettim dili dil-dâra fidâ   Kayıtlar alemi. Biraz et, kemik ve bir sürü endişe. Mülk edindiğimiz ne varsa. Benim dediğimiz. Bağ [...]

MASAL GERÇEKLİĞİ-III

Masal Gerçekliği isimli makalesinin son bölümünde Yasin Şen, M. Kayahan Özgül'den alıntıyla "Önceki nesillerin gerçekleri, sonrakilerin mitleridir; önceki nesillerin inançları, sonrakilerin hurafeleridir ve nihayet, önceki nesillerin bilgileri, sonrakilerin masallarıdır" diyor. [...]

MASAL GERÇEKLİĞİ-I

“Çocuklar masallar söylerler, ama onlar nice nasihatlerin bulunduğu inci kutularıdır. Masallardaki saçmalığı ciddiye al. Yürü, viranede hazine ara!”  Masal da örter.  Üzerine masal kuşları konan eleğim sağma gibi rengarenk desenli […]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir