
Anadolu’da fark ettiğim şeylerden biri sofranın önemi. Misafiri sofrada ağırlamak burada bir seremoni haline gelmiş. Sofranın illa ki mükellef olmasına gerek yok. Burada gözlemlediğim zaten sofranın kendiliğinden, bir şekilde o anda her ne mevcut ise onunla hazırlanması. Yani sofranın manası elde avuçta mevcut olan rızkı paylaşarak bereketi arttırmak. Bugünün sofrası da Remziye Teyzenin türbedar kulübesinde kuruluyor. Tek gözlü ahşap bekçi kulübesine ısınmak için giriyormuş teyze. “Buraya belediye elektrik bağlamadı.” diyor. İçeride küçük bir tüpün üzerinde çaydanlık kaynıyor. Kulübenin geniş penceresinin önündeki pervaza oturuyorum. Sofrada kızartılmış biber, bazlama, yoğurt ve turp var. Remziye Teyze hala çantasında sofraya koyacak bir şeyler arıyor. Sonunda bulduğu domatesi de doğrayıp sofraya koyuyor. Ailesinde yaşanan büyük bir kriz sonrası geçirdiği bunalımla belediyeye bu pozisyon için başvurduğunu ve kabul aldığını söylüyor. Bu süreçte Tapduk Emre ona kol kanat gelmiş. Az sonra soframıza bir amca yaklaşıyor. Remziye Teyzenin eşi de meğer burada türbeye bakıyormuş. Tapduk Emre’yi dedesi yerine koyduğunu, ona gelen misafirlere hizmetinin ve hürmetinin eksiksiz yerine getirilmesi gerektiğini söylüyor. “Buraya gelenlerin ben kulu kölesi olurum, onların arzuları başımın üstünde, arzuları yerine getiremezsem vay halime!” diyor. Bir seferinde oğlu Nallıhan terminalinde iki kadın ile karşılaşmış. Bu kadınlar Tapduk Emre’ye gelebilmenin yollarını soruyorlarmış. Oğlu da babasını gelen misafirlerden haberdar etmek için aradığında Yakup Amca “Hiçbir yere ayrılmayın, almaya geliyorum sizi!” diyip kilometrelerce yolu katetmiş arabasıyla ve o misafirleri kendi evinde ağırlamış. Aynı ilgi ve alakayı bize de gösteriyor. Hatta köy minibüsünde bir yolcunun bahsettiği ve ulaşımın gayet zor olduğunu belirttiği, Tapduk Emre’nin öğrencilerinden biri olan Şeyh Cafer Sadık Hazretlerini anlatmaya başlıyor. Yıllar önce türbesini yenilerken dağın başında nasıl da kumsuz, susuz kaldıklarını ve bir anda karşılarında beliren kumun suyla dolup kendi kendine karıldığını. “Evet, minibüste bahsettiler bu zattan lakin ulaşım çok zormuş” der demez. “Haydi arabam arka tarafta, sizi götüreyim. Siz istersiniz de ben yapmaz mıyım!” diyor. Sanki her an tetikte, nasıl daha iyi hizmet edebileceğini kolluyor. Ne olduğunu anlamadan kendimizi dağın eteklerinde, zirveye tırmanırken buluyoruz. Sonunda zirveye varıyoruz. Nefes kesici bir manzara var. Yakup Amca için Cafer Sadık Hazretlerinin kapısında olmak ve ona hizmet etmek çok özel. Kapısından niyazlarla giriyoruz. İki sanduka var. Biri Cafer Sadık Hazretlerine biri de Rahim Baba’ya ait. “Bu iki sanduka arasında uykuya dalanlar teslim olabilenler” diyor, “rüyalarında buluşuyorlar onlarla. Uykuya dalamayanlar da isterlerse sabaha kadar yatsınlar, bir şey çıkmaz” diyor. Yavaş yavaş iki sanduka arasına doğru yürüyüp oturuyorum. “Yakup Amca şimdi hiç burada uzanmayı denemeyeyim uykuya dalarsam dönüş vaktini kaçırırız” diyorum, gülüyoruz. Orada otururken eşimden bir fotoğraf çekmesini rica ediyorum. Yakup Amca “Orada fotoğrafa izin vermezler, daha önce bunlara çok inanmayan biri üst üste fotoğraf çekti ama hepsi karanlık çıktı, yandı.” diyor. Hemen telefondaki fotoğrafa bakıyoruz, yanmamış. “Demek izin vermiş baba diyor.” Çıkarken “Benim vasiyetim, vefat edince bedenimin bu kapının önüne gömülmesi. Böylece Cafer Sadık Dedemi sevenler benim üzerime basıp öyle çıkabilirler huzuruna” diyor. Gözleri dolu dolu oluyor.

Burada her sene şenlik yapılıyor, dualar okunuyor, lokmalar yeniliyormuş. Bir sonraki şenliğe katılabilmek niyetiyle oradan ayrılıyor ve Tapduk Emre türbesine geri dönüyoruz.
“Sabah sizin geldiğinizi görünce apar topar minderlerin kılıfını dikip koymuştum.” diyor Remziye Teyze. Ah o yeşil kadife minderin beni nasıl ağırladığını bir bilse. “Bu saatte Nallıhan’a otobüs de araba da geçmez zor olur, olmazsa ben bırakayım sizi.” diyor Yakup Amca. “Ben sizi mağdur edersem Allah da beni nasıl biliyorsa öyle yapsın” diyor. O anda yola doğru inen bir araba görüyoruz, Remziye Teyze hemen el edip durduruyor arabayı. Nasılsa kendimizi birden arabanın içinde Nallıhan’a doğru dönerken buluyoruz. Yağmur çiselemeye başlıyor. İki yanımızdaki ovanın yeşili gözlerimizi alıyor, dağlar kızıl bir şarap gibi kaynıyor ve buralara ayak basmış nice taliplilere bu badeyi sunarak onları sarhoş etmeye devam ediyor.
Nallıhan’da iniyoruz. Bacalardan tüten dumanın, şehrin bağrında dinlendirdiği ariflerin kokusu şu üç günde üzerimize öyle bir siniyor ki her yerimiz dualanıyor. Ceplerimizde ardıç ağaçlarının çekirdekleri, Bacım Sultan’ın kuyusundan bir şişe su ve kulağımızda Yakup Amca’nın sözleriyle Nallıhan’a şimdilik veda ediyoruz.
İşte Anadolu kapılarını bize böyle açıyor.
-Son-
Bir yanıt yazın