Bizim Halil verdi al oku dedi geçen gün. Kapağı hoşuma gitti. “İçli Bir Bozkır rüyasıdır bu kitap” yazılı kapağı guaj boyanın, pastel renklerin dahi gizleyemediği o şahane bozkır yoksulluğunun çizildiği kapak. Bir de şair Ali Akbaş’ın takdim yazısını yazdığını görünce iyiden iyiye iştahlandım.
İşin aslı İmdat Avşar’ı bilmezdim öncesinde. İki satır yazısını okumuşluğum dahi yoktu. Öğretmenmiş. Çok belli. Benim de kısa bir köy öğretmenliğim olmuştu seneler öncesinde. Öğrencileri, okulları, tebeşir tozunu, kara tahtayı, siyah önlüğü öyle güzel anlatmış ki ancak yaşayan bilir. Kırşehir Kamanlı’ymış. Bozkır’ın içinden. Kitaptan anlatmıyor yani, gördüğünü yaşadığını söylemiş Avşar. Sonra Malatya, Erzurum’da öğretmenlik, Iğdır’da Maarif müfettişi olmuş. Anadolu’yu ortasından en doğusuna görmüş, öykülerini bu topraklardan tane tane toplamış. Malatya’nın kayısısı, keveni, kekiği, yavşanı kokuyor kelimeleri, satırların arasında Iğdır’da Ağrının eteklerinden doğan menekşeli nergisli vadilerden akan pınarlar kaynıyor.
Kitabı bozkırın en garip kuşu anama ve aksakal bilgesi babama diye ithaf ederken de sanki iki satırlık ilk öyküyü yazmış kitabın daha başında.
Bozkırın sesini en oynak, en kıvrak, en eğlenceli, düğünlü, kaşıklı, havalarından, insanın böğrüne hecin devesi gibi çöken hüznüne, çaresiz garipliğine, yoksulluğuna, hançereyi yırtan adamda ciğer bırakmayan en yanık bozlaklarına kadar duyabilirsiniz bu öykülerde. İmdat Avşar Baba Ertaş’ın Neşet Baba’nın, Hacı Taşan Emmimin toprağından şüphesiz, onların saza söylettiğini öykü deyip anlatmış.
İstanbullu nota bilip halden bilmeyen müzik hocasının hülütünü (flütünü) çalamayıp zurnası ile döktüren Muhterem’in, tevazunun kader olduğu, o kocaman yürekleri ile karlı dağlar kadar yüksek alçakgönülleri ile abdal kocalarını analarını, sevdiğini alamana kaptırıp derbeder olan, arada yârin aşkınan içip bir türlü tövbede dikiş tutturamayan, sonunda tövbekarlığa tövbe eden Haydar’ın hikayelerini.
Koşamayan tek ayağı seken bozkırın ağaç atlarının, vatan nöbeti tutan, Hazreti Ali’nin Ümmeti’ndenim diyen o biçim zorlu akılları olan türbenin delisi Reşit’i, okul önlerinde çocuklara şeker dağıtan, “kendisi doluyor, kendisi doluyor” diye limonata şerbet döken sonunda da karlı bir kış günü “kendisi uçan” Beyaz Bulut’u okudum Avşar’ın öykülerinde. Gözlerim yaşlı, yüreğim ağzımda. İçimden her öykünün sonunda “Bu toprakları bilmeden yazamazsın, sevmeden bilemezsin diyerek.”
Teşekkürler İmdat Avşar. Bundan böyle ne yazsan okurum.
Bir yanıt yazın