ANADOLU KAPISINDAN GİRİŞ-2. BÖLÜM

Yolculuk sürüyor, Bacım Sultan’ın izinde Nallıhan köylerinde. ruhu teskin eden ardıçlar, şifa veren kuyular ve Azize Ebe ile kuzinenin başında içilen dost muhabbeti tadında sıcacık çaylar. Aslıhan Akdeniz Brehmer’e kulak vermeye devam ediyoruz: “Bu yüzden türbeler zannedilenin aksine sadece dilekler için çaput bağlanan, mum yakılan yerlerin ötesinde, önemli toplumsal işlevleri olan mekanlar. Merkezdeki kutsal ateşin etrafında edeple ve farkındalıkla insanların önce kendileriyle sonra da etrafındakilerle etkileşim kurmalarını sağlayan yerler. Bu hali hatırlayanlar en azından onu gündelik hayatlarına da taşıma fırsatını elde etmiş oluyorlar ve ziyaret ettikleri türbeler kalplerinde yaşamaya devam ediyor. Kalplerimizdeki türbelere bağladığımız çaputları da çözsek mi? Birbirimizin rızasını kazarak gönüllerimizdeki mumları uyandırsak mı?

Aslınur Akdeniz Brehmer
ABAD Blog için yazdı.
28 Ekim 2021

2.GÜN-12 Mart 2019

Nallıhan bir kervansaray şehri. İpek Yolu buradan geçiyor. Amerika’da aldığım ilhamdan sonra ziyaret ettiğim ilk İpek Yolu şehri burası. Etrafı heybetli dağlarla çevrili. Bağrında nice arifleri saklıyor. Niyetimiz Tapduk Emre’yi, Bacım Sultan’ı, Yunus Emre’yi ziyaret etmek. Buralara özel araç olmadan ulaşım zor diyorlar, taksi tutulması gerekiyormuş. Eskişehir’de başlayan güven sürecini devam ettirelim ve taksi tutmadan Bacım Sultan’a ulaşalım diyoruz. Planlamadan, hesap kitap olmadan. Yolun kenarında bekliyoruz. Peş peşe arabalar geçiyor lakin hiçbiri durmuyor. “Bacım Sultan, sana geliyoruz misafir olmaya” diyorum. “O halde bize bir araba gönderirsin değil mi?” Böylesine senli benli ve samimiyetle konuşmak ve ricada bulunmak o kadar iyi hissettiriyor ki. Az sonra bir araba neredeyse geçip gidecekken kararsız kalıyor ve yolun az ilerisinde birden duruyor. Şoför genç bir delikanlı. Nallıhanlı imiş. Buralarda eskiden insanlar arasında güven olduğunu fakat şimdi herkesin birbirinin aleyhine davrandığını söylüyor. Ah diyorum, Anadolu’nun yaralarından biri imiş demek bu. Yola çıktığımızdan beri yankılanıyor her yerde. İsmini soruyoruz. Emre diyor. Gülümsüyorum. “Ne güzel bir insansın! Bacım Sultana gitmemize vesile oluyorsun.” diyorum. “Hayır, ben güzel değilim ki.” diyor, yüzü hüzünleniyor. “Zaten insanlarla olmayı da çok sevmiyorum, doğanın içinde tek başıma inzivada olmak bana iyi geliyor.” diyor. Bizi türbenin önüne kadar bırakıyor ve “Sizinle biraz zaman geçirmek isterim olur mu?” diye soruyor. Yüzümüz aydınlanıyor, türbeye beraber giriyoruz.

Ah Bacım Sultan ve yanında yatan nice güzel kadınlar. İçerisi derli toplu. Kapının yanında bir çalı süpürgesi duruyor. Koşup elime alıyorum ve eşiği temizlemek istiyorum. Bunu neden yaptığıma dair hiçbir fikrim yok. Sadece olmak isteyen şeyi takip ediyorum. Emre ile vedalaşırken “Bu karşılaşmanın bir tesadüf olmadığını biliyorum.” diyor. “Sakın güzelliğini unutma Emre.” diyorum ve belki de yollarımızın başka yerlerde kesişebileceği niyetiyle arkasından el sallıyoruz.

blank

Buraya yıllar yılı insanlar şifa bulmak için gelirmiş. Özellikle ruh hastalıklarından muzdarip olanlar. Türbenin ortasında çok yaşlı bir ardıç ağacı varmış. Bacım Sultan bu köye gelin gelirken onu atının üzerinde bulamayan kişilere babası Tapduk Emre “O yerini buldu!” telkinini verince kendisini bu ardıç ağacına yaslanır vaziyette bulmuşlar. Eskiden ruh hastalığına tutulanlar bu ağaca bağlanır ve yuvarlak odunlar vücutlarına sürülerek ve daha başka yollarla tedavi edilirmiş. Gözlerimi kapatıp bu ardıç ağacını düşünüyorum. İçim ürperiyor. Arka bahçe ardıç ağaçlarıyla dolu. Birine sırtını dayayım derin bir iç çekiyorum. Şükrediyorum bu zamansızlığa ve mekansızlığa misafir olduğumuz için. Tepemizde bir kartal sema ediyor.

blank

Türbenin hemen alt tarafında bir camii var. Dışarıdan bakılınca onarımda olduğu hissiyatını veriyor. İçeri girmekte önce tereddüt etsek de büyük ahşap kapısını az ittirince gıcırdayarak içini ifşa ediyor. Yüksek tavanlı olan bu caminin girişi plastik masalarla ve türlü alet edevatla dolu. Namaz kılınan yere girdiğimizde ortada bir soba kurulu olduğunu görüyoruz. İçerisi soğuk. Tam dışarı çıkacakken arkamızdan bir ses duyuyoruz: “Selamın aleyküm, hoşgeldiniz.” Köyün en yaşlılarından olan bir dede bize Bacım Sultan türbesinin duvarlarını nasıl onardığını ve o esnada yaşananları anlatıyor. Bahçede kazı çalışması yapanlardan biri bu türlü işlere inanmadığı için çıkan kafataslarından birini öfkeyle tekmelemiş, bizi nelerle uğraştırıyorlar diyerek. Tüm gece boyunca korkutmuşlar uykusunda. Ertesi gün türbede kurban kesip af dilemiş. Akıl hastalarını iyileştirmek için kullanılan tomrukları o zamanın belediye başkanı evine süs olsun diye yanında götürünce aynı şey onun başına geliyor ve ertesi gün af dileyip tomrukları yerine bırakıyor. Ritüelleri müzelik birer nesneye dönüştürmenin bedeli bu herhalde diye düşünüyorum. Bunun gibi nice hikayeleri dinleyince Bacım Sultan’ın buradaki köylünün hayatının merkezinde olduğunu ve buradaki yaşamın onun etrafında kurulduğunu fark ediyoruz. Merkezde yanan bu ateş hayatı canlı tutuyor. Bu ateşin kutsallığına inanmayanlar da haliyle köylülere göre derslerini bir şekilde alıyorlar. Dede ile konuşurken içeriye camiinin imamı giriyor. Yirmili yaşlarında. Ve şu anda köyde yaşayan en genç insan. Üzerine cübbesini geçirirken namaz için cemaati bekliyor. Cemaatte bizi karşılayan dede, başka bir amca, Marian ve ben varız. Beni girişteki odalardan birine yönlendiriyor. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer, güven Aslınur diyerek içimde yükselen isyana rağmen o küçük odaya geçiyorum. Etrafta yedek cübbeler, bir kutu şeker ve kolonya var. Oda soğuk. En azından şeker ve kolonya ile karşılanıyorum. O küçük, yalnız oda tarafından.

Namazdan sonra biraz aşağıda kalan kuyuya doğru iniyoruz. O esnada içimden bir ses yükseliyor: “Ah keşke bu köyde yaşayanlarla daha derinden sohbetler edebilsek, Bacım Sultan’ı onlardan dinlesek. Hatta bir sobanın etrafında toplanıp halleşsek.” diyorum. Fakat etrafta kimse yok, in cin top atıyor. İleriden gelen bir teyze o esnada bize selam veriyor. Selamını alıp kuyuya doğru iniyoruz.

blank

Rivayete göre bu kuyunun bulunduğu yerde Bacım Sultan babası Taptuk Emre’yi karşılamak için beklerken heyecandan ve aceleden ellerinin hamurlu kaldığını fark edip mahcubiyet hissedince yanı başından bu su kaynayıveriyor. Deva arayanlar bu suyu içerek şifalanıyorlar. Kuyunun başına varıyoruz. Çok heyecanlıyım çünkü daha önce hiç böyle bir kuyuya güğüm sallamamışız!

Marian kuyunun üzerini örten sacı kaldırıyor, güğümü aşağı sallamaya başlıyor. Sonunda ipi kendine çektiğinde güğüm ağzına kadar su ile dolu vaziyette geri geliyor! Tüm bunları yaparken farklı hislerle dolup taşıyorum. Çok sihirli bir ana şahitlik ettiğimi idrak ediyorum. Kim bilir bu kuyu bağrında hangi sırları saklıyor. Kuyuya binbir teşekkürle bu suyu yudum yudum içiyor, yüzüme sürüyorum. Suyun şifası aslında onun kaynağını canlı tutan bu daimi su çekme işlemi. Vefa ile buraya gelen insanların bu kaynağa verdikleri dikkat ve ona sundukları güven canlılık sıfatını devam ettiren. İnsanların o suya ihtiyaç duymaları ve güçlü bir niyetle bu alana daima gelip onu canlı tutmaları şifayı da açığa çıkarıyor. Hem sudaki, hem içendeki. Çünkü içenler de sudan ayrı değiller ki. Ve kendi içlerindeki kuyunun peşindeler.

Bu kadim seremoniden sonra köy meydanına çıkarken yağmur çiselemeye başlıyor. Duruyoruz ve birbirimize soruyoruz: “Şimdi ne yapacağız? Geri dönelim mi? Peki nasıl?” Bu soruyu sorarken kaygı, endişe ve telaştan ziyade sürpriz hediyesini almak için heyecanlanan çocuklar gibiyiz. Haydi o zaman hodri meydan diyip köyün meydanına doğru yürüyoruz. Bir de ne görelim? Köyün imamı ile bize selam veren teyze şadırvanın yanı başında oturup bizi beklemişler. “Sizi burda öyle bırakmaya gönlüm razı olmadı.” diyor teyze. “Hem nasıl geri döneceğinizi de anlayamadım, gelin sizi evime götüreyim, az aşağıda evim. Ya da dur, komşunun evine gidelim o daha yakın.” Kendi evi yerine böylesine teklifsiz ve rahat bir şekilde bizi komşunun evine götürmesi ilginç geliyor. Caminin genç imamı, köyün yaşlı teyzesi ve biz ahşap bir evin yolunu tutuyoruz. Kapıyı Azize Ebe açıyor ve bizi binbir hürmetle selamlayıp evine buyur ediyor. Evet, oturduğumuz odanın tam ortasında bir kuzine soba var. İmam kuzineye odun atarken, ev sahibi de üzerine çaydanlığı yerleştiriyor. Biraz sonra önümüze yeni açılmış katmer ve yaptıkları yoğurttan geliyor. Bu yoğurdu görünce ineklerini soruyorum. Köyde artık inek kalmamış çünkü onlara bakacak insan kalmamış. Civar köylerden alıyorlarmış artık sütü de peyniri de. İmamı da evin oğlu bellemişler, aralarında şakalaşıyorlar. Neredeyse her gün beraberlermiş, evine her akşam bir tabak yemek gelirmiş beraber yiyemediklerinde. Bacım Sultan’ı soruyorum onlara. Gençken hep temizliğini onlar yaparlarmış. “Şimdi bayramdan bayrama ancak temizleyebiliyoruz.” diyor Azize Ebe, hüzünlü. Eski günlerde burası dertlerine derman arayanlarla dolup taşarmış. Köyün bekçiliğini üstlenmiş bir süre Azize Ebe ve eşi. Bekçi demişken sakın sadece köyü korumak amaçlı olduğunu düşünmeyin. Bir de köye gelenlere kucaklarını açan bekçilermiş bunlar. Mihmandarlık yaparlarmış. Gelen misafirleri yedirir, içerir, gerekirse evlerinde ağırlarlarmış. Türbede gerçekleşen şifa seremonilerinde de yerlerini alırlarmış. İşte güvene dair müthiş bir pratik. Gelenin kim olduğunu bilmeden, kimlik numaralarını almadan, para pul istemeden, çıkar beklemeden sırf Allah dostlarının rızası için, onlara hürmeten misafirlerine de gösterilen bu hürmet bende bir idrak uyandırıyor. Türbelerin ettiği hizmetlerden biri de insana insanı kazandırması, onlara birbirlerine hizmet etme şansı vermesi, bu türbenin etrafında toplanıp can cana ilişkide bulunma olanağını tanıması.

Hatta çocuğu olmayan bir kadın Bacım Sultan’ı ziyaret etmiş kocası ile birlikte. Vakit geç olduğu için Azize Ebe onları gece misafir etmiş. Kadının mavi gözlü güzel bir kızı olmuş sonra. Çocuk, ısrarla Bacım Sultan’a gelmek isteyince yola düşmüşler ve Azize Ebe’nin kapısını tekrar çalmışlar. Bu kez iade-i ziyaret için. Başta gelenleri hatırlayamasa da sonunda Azize Ebe çok memnun olmuş. Bunun gibi daha nice güzelliklere vesile olmuş, kapı olmuş, ev sahipliği yapmış Bacım Sultan, Allah’ın o güzel kadın velisi. “Kadın velinin hali bir başka oluyor canım.” diyorum içimden. Kadınlarda yoğun zuhur eden o rahmeti ve şefkati, kucaklayıcılık halini burada hissediyorum. Hatta caminin imamı ilk köye geldiğinde uyum sorunu yaşadığı zamanlarda bir gece cemaate namaz kıldırırken sırtını birinin okşadığını hissetmiş. Namazda iken arkasına dönüp kontrol edemediği için de namaz bitene kadar boncuk boncuk terlemiş, kim ola ki bu sırtımı sıvazlayan diye. Camiide zaten hepi topu üç beş kişi, onlar da köyün yaşlıları. “Kim namazın ortasında sırtıma dokuna ki?” diyerek ona zamansız gibi gelen o namazdan sonra arkasındaki safa anlatınca bu durumu çok normal karşılayan yaşlılar “Olur öyle hocam, Bacım Sultan sevdiğinin sırtını okşar.” demişler. Köyün hamiliğini yapan o kutsal anne, imamı da şefkatle buyur etmiş himayesine. Ah işte annelik böyle bir şey olsa gerek! Kim zordaysa ona dokunmak ve yalnız değilsin, korunuyorsun, kollanıyorsun demek. İşte Bacım Sultan bunu bize hatırlatıyor. Bizdeki annelik vasıflarının açığa çıkması için bize rol model oluyor. Türbelerin işlevlerinden biri de bu. Sahada eğitim deniyor buna. Ya da usta çırak ilişkisi. Onu ziyaret eden onun haline ve tavrına boyanıyor, talebi ve niyeti ölçüsünde. Bu yüzden türbeler zannedilenin aksine sadece dilekler için çaput bağlanan, mum yakılan yerlerin ötesinde, önemli toplumsal işlevleri olan mekanlar. Merkezdeki kutsal ateşin etrafında edeple ve farkındalıkla insanların önce kendileriyle sonra da etrafındakilerle etkileşim kurmalarını sağlayan yerler. Bu hali hatırlayanlar en azından onu gündelik hayatlarına da taşıma fırsatını elde etmiş oluyorlar ve ziyaret ettikleri türbeler kalplerinde yaşamaya devam ediyor. Kalplerimizdeki türbelere bağladığımız çaputları da çözsek mi? Birbirimizin rızasını kazarak gönüllerimizdeki mumları uyandırsak mı? İşte Bacım Sultan’ın bana hatırlattıkları. “Yolda kalanları geri çevirme al arabana.” diyerek Emre’ye güzelliğini hatırlatması. Allah’ın Bacım Sultan’dan bunları göstermesi. Okuyabilene daha nice dersler, dinleyebilene daha nice nasihatler var.

blank

Bu güzel sohbetten sonra ana yola yürüyerek geçmeye karar veriyoruz. Yaklaşık dört beş kilometrelik bir yol bu, dağın eteklerinden döne döne aşağıya inen. İmam bizi yolda havlayan köpeklerden korumak için eline aldığı uzun değnekle yolun başına kadar geçiriyor. Biz de elimize bir değnek alıp düşüyoruz yola. Niyetimiz yine güvenmek ve bir vesile gelirse onunla Nallıhan’a dönmek. Daha önce hiç böyle yalnız bir yolda, yolun hemen yanından yükselen heybetli dağların, tepemizden uçan şahinlerin, yerde biten bahar çiçeklerinin, kendi içimdeki heyecanlı ve ürkek titremenin eşliğinde yürümemiştim. Ayaklarım diyorum. Artık sızlamıyorlar. Eskişehir’de yüklerimizle yürüdüğümüz o on beş dakikanın nasıl zulüm gibi geldiğini anımsıyorum. Şimdi elimizde sadece bir değnek, bu kez ayaklarımız her bir adımla yeri öpüyor sanki. Allahım sana güvenmek ne kadar güzel bir hismiş, nasıl olmuş da bunu unutmuşum, o kadar önlemlerle kendimi koruduğumu zannederken aslında güven hissimin incindiğini nasıl olmuş da fark etmemişim? Dervişlerin neden hep yürüdüğünü işte o zaman anlıyorum. Bilinmeyende yürürken, normalde gizlenen zanların ve korkuların öyle görünür oluyor ki sonunda onlarla da yol arkadaşlığı ediyorsun, özgürleşiyorsun onları kucaklayınca, onlara rağmen yürümeye devam ediyorsun. Bir de diğer varlıklarla, dağla, taşla edilen yoldaşlık var. O bağlantısallık içine işliyor, yalnız yürüyorum demeye de utanıyorsun bir süre sonra. Mahcubiyet çöküyor üzerine ve bu utanç duygusunun aksine çok iyi hissettiriyor. Mahcubiyet alçak gönüllüğün verdiği ve iddiasızlıktan gelen bir başını yere eğme, secde etme hali. Buğdaylar gibi. Utancın verdiği o ağırlık ve yargı yok. Ah nasıl da karıştırmışım bunları birbirine! Yollar siz sağ olun, akla karayı ayırdığınız için birbirinden. Dağların eteklerinden döne döne iniyoruz. Bu kez otobüsün içinde değil dışında semaya katılıyoruz. Bir köyün içinden geçerken evinin önündeki yalağa akan suda ıspanaklarını yıkayan ve akşam yemeğini hazırlayan teyzeyi görüyoruz. Suyun içinde kurbağalar da ıspanağa methiye düzüyor. Teyze selamımızı şaşkınlıkla alıyor ve “Buyrun tanıyamadım?” diyor. İlk bakışta çok geçerli bir cümle gibi geliyor, üzerine düşmüyorum. Sonrasında şunu fark ediyorum. Bu köylerde tanımamak şaşırtıcı bir durum olmuş. Aslında o kadar emin ki bizim tanıdık olduğumuza, bizi tanımaması onu şaşırtıyor!
Anadolu’da böyle bir halden bahsediyorum işte.
Köyde bize eşlik etmeye başlayan bir köpeğin de rehberliğinde ana yola çıkıyoruz. Yola adım atar atmaz yağmur çiselemeye başlıyor. Gülümsüyoruz. Bizi Nallıhan’a götürecek nasibimizi bekliyoruz. Uzun bir bekleyişin ardından emekli bir öğretmen bizi arabasına alıyor ve Nallıhan’ın yolunu tutuyoruz. İçimde burulan bir parça var köyü ziyaretten sonra. Köyün yaşlıları bu dünyadan göçünce ne olacak? Güvene dayalı bu ağırlama sanatına, geleneğine ve ritüellerine kim sahip çıkacak ve yeni nesillere bunlar nasıl aktarılacak? Ve Bacım Sultan’a ve onun kuyusuna kimler vefa göstermeye devam edecekler?

Diğer Yazıları

Muhafazakâr Ruh Hali

Ardına bakarak yürüyor. Gözü hep arkada. Kolayca kopamıyor. Eski sevgilinin elleri avucundan sıyrılırken, kokusu, sıcaklığı, teri, tuzu kalıyor. Şarkılar, şiirler, ağaçlar, yollar, parklar hep aynı şeyi hatırlatıyor. Bırakıp gidecek, unutacak [...]

Ergin Aydın’ın Kitapları

"Bir Edebiyat Öğretmeni’nin Gözünden Memleket."   "Sıradan Adamlık"'tan kaçarak başladığı hayatta herkes gibi, herkes kadar, “sıradan” olmanın erdemini kavramış, insan olmanın, öğretmenliğin, babalığın, dostluğun, evlatlığın, kardeşliğin, mücadelenin hasılı dolu dolu [...]

İÇLİ BOZKIR HİKAYELERİ

  Bozkırın sesini en oynak, en kıvrak, en eğlenceli, düğünlü, kaşıklı, havalarından, insanın böğrüne hecin devesi gibi çöken hüznüne, çaresiz garipliğine, yoksulluğuna, hançereyi yırtan adamda ciğer bırakmayan en yanık bozlaklarına [...]

AŞK

Aşk bir hayat sigortası değildir ya da araç kaskosu. Konforlu lüks bir yaşam, kazasız bir yolculuk, dikensiz bir bahçe değildir. İşimiz rast gitsin, gezelim tozalım, birlikte yiyip içelim, sofralar düzelim, [...]

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir