Aradan yıllar geçti, ‘Sordum sarı çiçeğe’ çok aşina olduğum bir şeydi artık, Derviş Yunus da… Ama alışageldiğimiz ya da hep içinde olduğumuz ve hatta içine doğduğumuz değerlere olan hoyratlık burada da baş gösterdi ve ben hiç de umursayıp peşine düşmedim ne sarı çiçeğin ne de derviş Yunus’un… Ta ki İskoçya’da bir köyde dilime yeniden düşene dek bu cümle. Etrafta iki üç köy evinden başka evin olmadığı, ağaçlarla, ormanla, çayırlarla çevrili o evde, Hakikat’i, bir Hak dostu çağırdığım günler ve gecelerden sonra, geldi oturdu o cümle dilimin ve kalbimin tam ortasına:
“Sordum sarı çiçeğe, annen baban var mıdır,
Sordum sarı çiçeğe, annen baban var mıdır?”
Bir gün, iki gün, beş gün derken dilimde dönen şey dikkatimi çekti ve bu kez peşine düştüm sarı çiçeğin, sözlerini baştan sona okudum, yeni mısralar ezberledim, melodisine yeni sözler ekledim, çok çok zevk ettim. Ancak elle tutulur hiçbir bilgiye ulaşamadım bu ilahi hakkında, aslında Yunus Emre’nin şiirlerinden olmadığı tartışmalarından başka.
Pencereme bakan ağaca sarı bir kurdele astım, eski bir gelenekten esinlenip. ‘Bekliyorum Allah’ım’ dedim, ‘lütfen ve keremen gelsin o dost’ tüm bu zamanlarda sarı çiçek dilimde dönmeye devam ediyordu, sarı kurdelem ise her daim salınıyordu. İstersin de gelmez mi, ararsın da bulunmaz mı, talep edersin de cevapsız kalır mı, bir günde olmadı ama bir gün de görünür oldu o dost, hem de sarı giysisiyle.
Dostun peşinde Konya’da bulunduğum bir zaman geldi. Arkasında biraz çekince, biraz belirsizlik, biraz da yanında ama uzak olmanın üzüntüsü içinde oturuyordum. O sırada dinlemekte olduğumuz ilahi grubu ‘Sordum sarı çiçeğe’yi söylemeye başladı. Çocukluğum, baba evim, İskoçya, ağacım, sarı kurdelem ve dostun sarı giysisi birleşti ve sanki başka bir âlemi teneffüs ettim. Aldım mesajı ve tüm işaretleri bundan ibaret saydım, ancak değildi. Zira şimdiye dek bir kez bile bir ricada bulunmayan o dost, yerinden kalktı ve o ilahiyi bir kez daha çalmalarını rica etti. O zaman bunun hakiki bir işaret olduğu doğdu içime ve tüm o belirsizlik, çekinceler, üzüntüler geçti ve havada uçuşan parçacıklar yerine oturup sükûn buldu. Sandım ki hepsi buydu. Fakat bu da değildi, aradan 2,5 yıl geçti ve bir gün öğrendim ki o ilahi ve dostun ricası sırf benim için değil, meğer başkalarına da aynı şekilde yürek hoplatan, kalbi uçuran bir işaret olmuş.
Yunus Emre deyince, aklıma gelenler bunlar oldu. Bu da şunu fark ettirdi, Yunus, biz bilelim ya da bilmeyelim, ilgilenelim ya da ilgilenmeyelim her birimizin içinde, her birimizle direkt temas halinde. Mayaladığı Anadolu topraklarında doğan, yetişen, belki o topraktan geçerken gıdasından beslenen, suyundan içen herkesle direkt irtibatta. Değil mi ki Molla Kasım vasıtasıyla havaya, suya, toprağa dahi akmış manası.
Bizim Yunus, kimimizin eline sarı çiçeği, kimimizin eline erik dalını, kimimizin eline bal ile yağı ve daha nice nice anahtarı tutturmuş gözümüzün ta içine bakıyor. Biz onun içinde, o bizim içimizde ortaya çıkmayı bekliyor. Alınmadan, gücenmeden, neden unuttun demeden, şefkatle, ümitle, sabırla… Hu!
Bir cevap yazın