YALANDAKİ HAKİKAT

Dr. Yasin Şen edebiyat ırmağının kaynadığı vadide dolaşıyor. Asıl olanı, aslını bilenin durgun bir suya dönüştüğü ya da abı hayat çeşmesinden azar azar içirdiği, bilmeyeninse şaşkın kelimeler döktüğü, akıttığı ırmak.

Her harf aslında bir nefesten alıyor şeklini. Sonsuz birleşmelerle sesi, kelimeleri, cümleleri, dili hasılı edebiyatı doğuruyor. Şen o zor soruyu soruyor? Edebiyatta gerçeği aramalı mı? Gerçek belki de edebiyatın söze yaslanan kurgusal alanının ötesindedir.  Gerçek belki de söz vadisinde değil söze hayat veren nefestedir… Kendisi “gerçek” olmuş bir erin nefesinde. Sözü haklayan, hak eden, hakka dönüştüren, ispatı için bedel ödeyen bir nefeste…

Her Şair bir değil. Şair var ismi ideologlar, propagandistler, sözü bir sihir gibi kullananlarla aynı kitaba yazılı, nefesi buğday edenlerle. Şair var dervişlere kardeş.  Arayan, haber soran, yolda olan…

Gerçek ve diğerleri; hakikatin yeni tecellisi ile bir adım geride kalan eskinin hakikat kabukları, ideolojiler, yalanlar, büyük anlatılar, kurgular. Musa peygamberin bütün sihirleri yutan asası gibi.

Gerçeğin çırılçıplak kendini gösteren aynasında gölgelenerek eriyen yalanlar…

Yasin Şen’in edebiyatın derin vadilerinde dolaşan yazısı yoğun bir dikkati hak ediyor.

Dr. Yasin Şen
ABAD Blog için yazdı.
06.01.2022

Kadim metinleri yorumlarken gözümüzden kaçan şey kurgunun genelde bir araç olduğu hususudur. Tahkiye, özellikle kutsal metinlerde karşılaştığımız bir anlatım yoludur ve mesajı muhataba ulaştırmada tercih edilen yollardan birisidir. Bugünden bakılacak olunursa böyle metinlerde zamanla anlamın ötelenmesi ve kaybolması, kurgunun öne çıkarılması gibi bir durum söz konusudur. Aslında bugünkü roman ve hikâye gibi tahkiyeye yaslanan ve sadece edebî bir endişeyle kaleme alınan türlerin de başlangıçta insana belli başlı mesajları öğretmede kullanılan bir anlatım biçimine yaslandığını düşünüyoruz.

İster bir kurgu dâhilinde oluşsun ister bir hakikati ifadeye büründürme endişesiyle ve sembolik dilin imkânlarıyla vücut bulmuş olsun edebî metinlere hep bir inanma ihtiyacıyla yaklaşırız. Bu kadar hayâlî olan veya sembolik bir dille oluşturulan edebî ürünlere ısrarla inanmamızın sebebi nedir?

İnsanın hayat telakkisi düşünüldüğünde mecaz, sihir, kurgu, hayal, imge ve yalanın; soluduğumuz hava, içtiğimiz su, yediğimiz yemek gibi lüzumlu bulunduğu görülür. Bunu, Tanpınar’ın hikâye kahramanı Abdullah Efendi şöyle ifade eder: “Bir ömür bitebilir”, diyordu. “İnsan ölebilir, çıldırabilir. Bir enkaz bir çöp, bir iskelet, bir cife olabilir. Fakat yalansız yaşayamaz. Ölüm bile arkasında dayanacağı bir yalan olmazsa tahammülsüz bir şey olur. Başının altına rahat bir yastık gibi koyacağım tek bir yalan kalsaydı…”[1]

Edebiyatta neyin sahte neyin gerçek; neyin doğru neyin yalan olduğu pek bilinmez. Bunun sebebi kurgudur. Fakat bu belirsizlik geleneksel metinlerde genelde hakikatin üzerini örtmek için kullanılmıştır. Fakat bunun da özellikle edebi metinlere yönelik yorumlarda anlam sapmalarına yol açtığı görülmektedir. Edebî metnin “saçma” bulunması, sadece belli ve sınırlı konuların işlendiğinin söylenmesi, muhtevanın realiteye yaslanmadığının ifade edilmesi, toplum sorunlarıyla ilgelenmediğinin öne sürülmesi hep aynı kısır döngünün ve metne onun ait olduğu dünyadan bakamamanın sonuçlarıdır. Son cümlede ifade edilen eleştirilerin varlığı veya yokluğu o metin için hiçbir şey ifade etmez. Bu halleriyle onlar kendi dönemlerinin ürünüdür.

Edebiyattaki kurgudan söz ettiğimize göre burada bizi asıl ilgilendiren husus “yalandaki hakikat”tir. Sözün sihrinin kurguya verdiği imkân sayesinde “yalan”, giderek daha kabul edilebilir ve daha etkili bir görünüme kavuşuyor. Fakat yalanın kurgu ve mecaz ile kurduğu bu yakınlık, sözün gücü kaybolduğu zaman öylesine bariz bir hal alıyor ki, ister istemez insan “yalan”ın, biraz daha hafif bir dille ifade edersek sembollerin ve mecazların edebiyatta sahip olduğu yeri sorgulamaya başlıyor. Son dönemlerde Klasik Türk Şiirinin başına gelen aslında budur.

Sembol, mecaz gibi kavramların “yalan” gibi böylesine insafsız bir hükme mahkûm edilmesi, enine boyuna “Yalan, edebiyatın nesi olur?” diye düşünmemize sebep oluyor. “Sûfî mecâz anladı yâre muhabbetim / Âlemde kimse bilmedi gitti hakikatim” mısraları üzerinde düşündüğümüzde koskoca bir edebiyatın mecaza hapsedildiği gibi bir sonuca ulaşıyoruz. Anlaşılan o ki, zaman geçtikçe görünen mecaz, ifade edilmek istenen “hakikat”in ve anlamın önüne geçiyor ve onun anlaşılmasını engelliyor.

Tabii burada edebiyatçıların da giderek mecazın emrine girmesi söz konusudur. Bu konu üzerinde düşünürken Şuârâ sûresinde zikredilen şu âyetleri bir kere daha fark ettiğimizi ifade edelim: “Şairlere ise haddini aşan azgınlar uyarlar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler”.

Âyet, bizi aslında şairlerin insanlar arasında nasıl tanındığına dair târihî bilgiye götürüyor. Şâirler, insanları ve cemiyeti yönlendiren bir gücü temsil ediyorlardı. Eski Türk topluluklarında şam, baksı, şaman, ozan gibi mukaddes insanlar olduğuna inanılan kişilerin aynı zamanda şair olmaları, hiç değilse mesleklerini icra ederken şiiri kullanmaları da bunu doğrulamıyor mu? Roger Graudy, insanlığın şairlerle ilgili bu müşterek kaderine dair önemli bir bilgi veriyor: “Don Kişot’a göre şairler kâhindir: ‘Hiç şüphesiz, bu da bir çeşit kehanetti; şairlere aynı zamanda vates, yani kâhin denirdi.’[2]

İslâmiyet’ten evvel Arap topluluklarında şiirin günlük hayatın en önemli unsurlarından biri olması, onun bir propaganda aracı olarak kullanılmasına sebep oldu. Araplar irticalen şiir söylerken, aslında bu yolla rakibine, muhatabına üstün olmaya çalışıyordu. En güçlü insanlar ayrıca en iyi şiir söyleyenlerdi. Fakat burada önemli olan doğrunun ifade edilmesi değildi. Yanlış bile olsa söylenenin nasıl ifade edildiğiydi. Bunun için en basit gerçekler bile, bazen şiirin yanında kaybolup gidiyordu. Aynı üslup ve yol, İslâmiyet’le beraber yeni dinin müntesiplerine karşı kullanılmaya başlanınca, âyetin iniş sebebi daha iyi anlaşılmış oluyor. Ârap şiirinin yalanla kurduğu bu yakınlık, edebiyatın da bir yanını icra eden hakikati dillendirmesi bakımından şu sözü bir düstur haline getirecektir: “Ahsenü’ş-şi’ri ekzebühü (En güzel şiir, en yalan olandır)”.[3]

Peki, şiirin yalanla kurduğu bu yakınlık hakkında başka bilgilere sahip miyiz? Esasen, bu durumda edebiyat tarihiyle ilgili çeşitli kaynaklara başvurmaya mecburuz. Beyânî, tezkiresinin giriş kısmında şiir ve yalan arasındaki akrabalığın başlangıcı hakkında bazı bilgiler veriyor: Beyânî Tezkiresi’nin mukaddimesinden şu satırları okuyoruz:

“Erbâb-ı irfâna pûşîde vü nihân degüldür ki şi’rün kadimî ta’rîfi kelâm-ı mevzûn u mukaffâ idi. Şu’arâ-yı kudemâ şi’rlerinde kizb ü mübâlaga itmezler idi. Ve beyân-ı vâkı’adan gayrısıyle gitmezler idi. Şi’r sâ’ir-i kelâm gibi bir kelâm idi. Belâgat u fesahatı kemâ-yenbagî ri’âyet olınup tarîk-ı müstakim üzre edâ olınduktan sonra mevzûn u mukaffâ olması muhassenâtından olup anunla bir hüsn dahı baglayup şu’arâ bununla sâ’ir-i nâs üzerine imtiyâz bulup ser-firâz olurlardı. Şi’rde evvel kizb eyleyen Mühelhel nâm bir şâ’irdür.”[4]

Beyânî, sözlerinin devamında Mühelhel’in yazdıklarının diğer şairler tarafından beğenilmesiyle bu tarzın onlar arasında yaygınlık kazandığını haber veriyor. Şiirin tarifinde yer alan “muhayyel” ifadesinin yalanla yer değiştirdiğini ve bu vasıftan mahrum olanların ise şairler tarafından eleştirildiğini sözlerine ekliyor. Daha sonraki asırlarda şiirin yalanla birlik ve beraberlik içinde olduğunu ifadelendiren böylesi görüşler, şairlerimiz arasında yaygınlık kazanacaktır. Sadece yaygınlık kazanmayacak, bir hikmet gibi şiirden şiire, eserden esere üzerinde durulan bir düstur haline gelecektir.

Peki, neden ısrarla yalan veya kurgu olduğu biline biline bir metne inanılır?

Bunun cevabını insandaki inanma ihtiyacında aramak gerektiğini yukarıda ifade etmiştik. Fakat Beyânî’nin sözlerinde bu sorunun başka bir cevabı gizlidir. Şiirin yalanla kurduğu yakınlık zamanla ortaya çıkmıştır. Müellife göre eski şairler şiirlerinde yalanı tercih etmezler idi. Fakat zaman içinde böyle bir keyfiyet ortaya çıkmıştır. Yalan dediğimiz şey burada, bir hakikatin veya tecrübenin dile getirilmesine yardımcı olan kurgu demektir. Kurgu, doğrudan nakledilemeyecek hakikatin giydiği bir elbise olabilmektedir. Burada mazmunlar, semboller ve dilin derin tecrübesiyle muhatap oluruz. Bu yüzden yalan olduğu söylense de edebî metin, aslında müellifinin hakikatine kapı aralar. Bizi bu türden metinlerde yer alan hakikatin çok katmanlı boyutuyla tanıştırır. Bundan olsa gerek şiiri yalanla ilişkilendirenlere şiddetle karşı çıkanlar da olmuştur. Bunlardan birisi de Fuzûlî’dir. Burada Fuzûlî’nin şu mısralarını okuyalım:

Ey tûtî-i bûstân-ı güftâr

Sarrâf-ı sühan Fuzûlî-i zâr

Aldanma eğer sipihr-i lâib

Ta‘n ile sana dediyse kâzib

Eş‘âra abes deyüp usanma

Ser-mâye-i nazmı sehl sanma[5]

Fuzûlî bu mısralarında şiire yalan, şaire yalancı diyenlere karşı çıkıyor. Şiire abes diyenleri dikkate almamak gerektiğini ifade ediyor. Çünkü şiir eğer yalan değilse hikmettir. Şiir bir sermayedir ve o sermaye kolay ele geçmez. Buna göre şiir, insanın daima aradığı bir keyfiyetin, zenginliğin ifadesidir.

Fuzûlî’nin çok haklı itirazından hakikatin ne olduğunu zorgulayan insanı sakin kılan imkânlardan birinin de şiir olduğunu anlıyorum. Bu bakımdan gerçeklerden ve hakikatlerden alınacak bir lezzetin yerine, edebiyatta yer alan ve tesiri bir süre sonra geçecek bir durum söz konusudur burada. Bu bakımdan edebiyat ve özelde şiir, hakikatini bedel ödemek istemeden arayan insana sunulmuş bir sakinleştirici gibidir.

Bir edebiyatçı gibi söylemek gerekirse, yalanda daima ve çeşitli şekillerde tecelli edecek bir hakikatin ayak seslerini dinlemek, gerçeklerin ıstırap veren sükûnetinden çok daha güzeldir. “San’atın yalanı hakikatlerin hakikatidir[6] diyen Tanpınar’ın aşağıdaki sözleri de sanatın arkasındaki bu hususa dikkat çekmektedir: “Her yalanda bir hakikat parçası vardır, derler. Arkasında insan muhayyilesinin velûd mekanizması çalışan şiirin yalanı ise daima, hakikatin kendisi olmasa bile, mutlak ve bir ebediyet için mahfuz çehresi olmuştur.”[7]

[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, Hikâyeler “Abdullah Efendi’nin Rüyaları”, Dergâh, İstanbul 2011, s. 48.

[2] Roger Graudy, Don Kişot Yaşanmış Şiir, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2013, s. 92.

[3] M. Kayahan Özgül, Divan Yolu’ndan Pera’ya Selâmetle, Hece Yayınları, Ankara 2006, s. 140.

[4]Beyânî, Tezkiretü’ş-Şuarâ, Hazırlayan: Aysun Sungurhan Erduran, Ankara 2008, s. 2.

(http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/Eklenti/10732,girispdf.pdf?0  Erişim Tarihi: 07. 11. 2014).

[5] Leylâ ile Mecnûn’dan alınan bu beyitler için bkz.: Fuzuli, Leylâ ile Mecnûn, (Hazırlayan: Necmettin Halil Onan), Maarif Basımevi, İstanbul 1956, s.

[6] Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, MEB Yayınları, İstanbul 1988, s. 224.

[7] Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, (Hz.: Birol Emil), Dergâh Yay., İstanbul (Tarihsiz), s. 137-138.

Diğer Yazıları

YERYÜZÜNDE YALINAYAK

İçten dışa, dıştan içe; seferlerimiz... Yeni yılın ilk yazısı Leyla İpekçi'nin kaleminden. Dünya, bütün hikayemiz burada, yol arkadaşlığımız. Çıkıp gidemeyeceğimiz içimiz dışımız. Kimine cife, zindan, cehennem. Kimine cennet. Kimine ateş [...]

BENLİK KİBRİ; ÖĞRENMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL

Ben bilirim egosu. Bilmeyi kartvizite, unvana, diplomaya, sertifikaya sıkıştırmak.  Kendimizi bilmekten, varlığa faydalı olmaktan çok adımızdan söz ettirmek, unvan, itibar, makam için  öğrenmek. Leyla İpekçi öğrenmenin, bizi aslımızla sürekli irtibat [...]

ÖĞRENMEK KALPTEN KALBE GEÇİŞTİR

ABAD Blog'da Genç Bilgeler diye bir köşemiz var. Leyla İpekçi'nin iki yıl önce kaleme aldığı ama hala dün yazılmış gibi güncelliğini koruyan bu çok önemli yazı dizisinden derlenen kesitler işte [...]

ÇÜNKÜ HARFLERDE “İNSAN” SAKLIDIR

"Yazarken hep sevdiğimle beraber olmak için yazarım. Aşk duygumun tecellisi bu yüzden yazmakla zuhur eder. Yıllar içerisinde dünyaya, hayata ve insanlığa dair en dip manâları hep kalemimin ucundan sayfalarıma indirdikçe [...]

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar Leyla İpekçi bize sözün öncesinden bahsediyor. O’nun olduğu ve O’nunla birlikte hiç bir şeyin olmadığı yerin sesini ima ediyor susarak. Yunusça…

Leyla İpekçi
ABAD Blog için yazdı.
10 Eylül 2021

SUS YUNUSÇA!

 

Her birimiz kendi malzememize doğuyoruz. Bendeniz de acizane kelimelerin içine doğdum. Kelimelerde soludum, kelimelerde yoğruldum. Aldığım her nefeste müjdeyi çağırdığım kelimelerden süzülen bir anlam doğdu. Nerede kalmışsam oradan devam ederek bir aşk romanı yaşadım. Meramımı anlatmak için hayatımda hep yazdım. Ta ki Yunusça beni susturana kadar. Şimdi anlamımızı doğuran dilin içinde yaşadığım bu romandan Yunusça bir bölüm paylaşmak istiyorum.

 

“Dışı içidir.” der üstadım. Ya da bendeniz böyle işitirim. Başka türlü de söyleyeyim: “Zahirdeki gerçek, içini remzeder.” Suret bir yerde söz bulunca dışından içine dönmeye, içini dışına çıkarmaya bir fırsat doğuyor. Gelgelelim suretin söz bulması upuzun bir yolculuk. Nerede söz buluyordu suret? Henüz kalemime gelmeden evvel bütün kelimeler bir hayal aleminde beliriyordu. Nefsimizin yüksek bir mertebesinde konuşulmakta olan kuşdilinin adına Yunusça dersek Yunusça’dan surete bürünerek nüzul etmekteymiş sözler.

İşitmeye başladıkça meğer kâinatın diliymiş bu. Her canlının kesintisiz zikri, varlığın diliymiş. Biz işittiğimiz ölçüde söküyormuşuz. Aslında fıtrat dilimiz bu. Fakat onu konuşmak için işitmek, yeniden hatırlamak gerekiyordu. Bizimse dudağımızla kulağımız arasında yüzyıllar vardı. Bu mesafeyi nasıl alacak nasıl uzakları yakına getirecektik? Kim bu bizde saklı hazinenin üzerini açacak kim hatırlatacak derken ancak yazmak suretiyle yaklaşıyor, yaklaşıyordum. Ta ki Yunusça dizeler yüreğimi yarsın.

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

Yunusça’nın babası Mustafa Tatcı üstadımın nefesinden çekersem: “Bu söz ne zaman iş oldu yani vücûd buldu? Nerede hareket ve anlam kazandı? Sûret, nerede söz buldu? Söz nerede sûrete dönüştü?”

Neler demek istiyor da, kim bilir, biz ne kadarını işitiyorduk sözün? “Ol” emriyle surete bürünen anlamdan harfler zuhur ediyordu. Her biri, içerdiği anlamı vücuda getirmeye şartlanmıştı yani surete bürünen her şey için anlama dönüşmek ve anlamı genişletmek farz oluyordu. Yazma serüvenimin baştan aşağı özetiydi bu.

Hayalimde yazdırılacakların suretini görmeden asla yazamazdım. Kelimeler varlığın surete girmiş hali, insanlığımızın izdüşümü öyleyse dil insana farzdır; diyordum. Her farz ancak gönülden gerçekleştirildiğinde yerine getirilmiş olmaz mıydı?

Bu durumda “ol” emrine riayet etmek zorla mümkün değildi. İtaat, isteyerek olmalı; gönülden olmalı ki dil ikrar etmeliydi. Yeryüzüyle gökyüzüne zorla ya da isteyerek gelin denince isteyerek geldik, demeleri bir ikrar değil miydi? Zira itaat ancak gönülden olursa gerçeği kuşatabiliyordu. Dil ile gönül “bir” aşkın kaynağıydı muhakkak.

***

Fakat üstadım bu acizane tefekkürümle sınırlı söz söylemiyordu elbette, anlamı yarmaya devam etti: “Bu vücûd ne zaman kendiliğinden söz söyler hale geldi, ne zaman o sözlerin sahibi oldu? Sûretin müstakil bir varlığı yoktur. Bunu iyice düşün!”

Düşünüyordum yazarken evet. “Yunus değildir bunu diyen, kendiliğidir söyleyen!” Nefsimiz hangi merhaledeyse, konuştuğumuz ve işittiğimiz dil o seviyeden canlanıyordu. Bizzat bu keşif benim gibilerin Yunusça menakıbımızda defalarca tecrübe edilmiş bir olguydu. Gelgelelim nefs-i emmare dilinden yazılanlarla nefs-i kamile dilinden yazılan dizeler arasında koskoca bir benlik farkı vardı. Benliksiz makamda Yunus’un içindeki “ben” söz söylüyorsa benlikli nefis mertebelerimizde elbet sözün seviyesi her yönden kuşatıcı olamaz, olamıyordu. Yine de kalemime mürekkep yürütüyordu, hiç tükenmiyordu.

Öyleyse diyordum, suretin müstakil varlığı olmadığını ispat edebilenler ancak Yunus gibi kendiliğinden söz söyler hale gelebilir. Kendi içinden çıkarabilirler sözü. “Ol” emrini kendinden kendine verdiklerini bilebilirler. Sadece veren kendi değil, sözü alan da kendi, söz de kendi oluyordur tabii.

Gelgelelim üstadım Tatcı bu tefekkürümle de sınırlandırmıyordu anlamı: “Şunu da bil, her sıfatta sûrete gelen kendisidir, öyleyse ağızdan çıkan söz de Hak’tır. Şu halde lisan ve o lisanın kaynağı olan gönül hikmetin yoludur.”

Böyle diyordu. Ne müthiş bir merhaleye davet ediyordu beni bu sözlerle. Benim gibilere demek istiyordu ki: “Ağzından çıkan her söz Hakk’ın bir tecellisidir. Sendeki Hakk hangi merhaledeyse oradan surete bürünüyor. Eğer ağzından benlikli sözler dökülüyorsa senin nefsindeki Hakk bilgisi o kadardır.” Ve demek istiyordu ki aynı zamanda: Ağzından çıkan ne varsa alnına yazılır. Yazgını kendi dilinle yazarsın.

Ne anlıyorduk? Sözü temizlemeden, gönül temizlenemezdi. Sözü temizlemek acaba benim gibi kelimelerde doğan ve yaşayan biri için nasıl mümkündü? Sadece düşünce, fikir, yorum gibi nefsin alt mertebelerinden söz söylemeyerek temizleyebilir miydim dilimi? Nefsimin tortularını, tozlu topraklı sözlerini sükût etmeden temizleyebilir miydim? Nerede sükût etmeli nerede sözü sarf etmeliydim? Kesin bilgiye (benliksiz söze) varabilir miydim?

Başa dönersek yeniden tefekkür için, üstadımın tabiriyle evet, dışı içidir varlığın. O halde söz, gerçeğin hem içi hem dışı nasıl olacaktı?

***

 

Sûret söz kanda buldu söz ıssı kaçan oldu

Sûrete kendi geldi dil hod hikmet dilidir

 

“Bazı yazmalarda beyit böyledir.” diyordu Tatcı üstadım. Beyitin bu okunuşunda da “dil” kelimesi ilk olarak gönül anlamında değil, “sohbet aracı olan lisan” anlamındaymış. Esas aldığımız dil kelimesi “söz” anlamının yanında Farsça “gönül “anlamına da alınabilirmiş. Zira lisan hikmeti anlamanın yolu olduğu kadar “gönül” de hikmetin anlaşıldığı bir merkez ve merhaleydi. O bunları derken tekrar dönüyordum. Nefsimin alt merhalelerindeyken nasıl olur da Yunusça’dan zevk alabiliyor, esinleniyor ve sürecin içinde nasıl yol bulabiliyordum öyleyse?

“Suret nerede söz buldu? Söz nerede surete dönüştü?” Bu iki farklı soru demek ki birbirine cevap imiş. Zira hikmet nerededir? El cevap: Aşıkların gönlünde doğar. Cevap buydu elbet. Seviyordum. Şevkimin kaynağı bendeki benden ibaret olmayan gerçekti! Benliksiz söze ulaşmak için bir ilk adımdı bu. Üstadımın anlamı yaran dil akışına girmiştim artık: Hazret-i Mısrî âşıkların diline (=gönlüne) Hû zikriyle hikmet dolduğunu anlatırken şöyle der:

 

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar

Küntükenz’in haznesinden yana yana Hû deyu

 

Yûnus’un şiirlerinde “Hikmet” iki anlamda karşımıza çıkmaktadır diye devam ediyordu üstadım. Birincisi burada anıldığı gibi gönle gelen ilâhî bilgiler, diğeri aklın ürünü olan felsefe anlamındadır. Yûnus bu kavramı ikinci (=felsefe) anlamında kullanırken şöyle der:

 

İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra

Bu bir acâyib sırdır ilme kitâba sığmaz

 

Ya da şöyle der:

İlm-i hikmet okuyanlar aşkdan fakîr durur bunlar

Mansûr oldum asın beni hep dillerde söyleneyin

 

Yûnus bir yerde de “hikmeti tefekkür etmeyen insanın gönül sahibi olmadığını” söyler. Bu mânâda “gönül” ,insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır. İnsanın tamamlanıp gönül sahibi olabilmesi için mütefekkir olması şarttır:

 

Gönül müdür ol hikmeti kılmadı tefekkür

Yâ göz müdür ol yaş yerine dökmeye kanı

 

Cümleyi üstadımdan alarak tekrar ettim durdum: “Gönül, insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır.” Ne anlıyorum bundan? Eşyanın hakikati benim gönlümdeki hakikati bilmem için mevcuttu yani benim için. Eşya kendi hakikatini kendisi anlayamazdı, onu ancak insan anlardı.

Demek ki eşya, insanın hakikat merhalelerine bürünmüş olan kendi suretidir diyordum. Alemdeki her şey bizden birer suret olmalıydı. Üstadımın tabiriyle zerreden küreye… Tefekkür ederken cisimleştirirsem; gezegenlerden, gökadalardan içimizdeki hücrelere kadar her şey. O halde peygamberimizin “bana eşyanın hakikatini göster” niyazı bize müthiş bir ipucu bırakıyordu.

Bir seferinde mânâ bu ya, bir odaya giriyorum her şey havada yüzüyor; benimle kendi lisanlarında bir şey konuşuyorlar. Hepsinin canlı olduğunu görüyorum. İbn Arabi burada yardım ediyordu: “Her şeyin canlı olması, her şeyin konuştuğuna delalettir! “İşte benim gibi çocukluğundan beri kelimelerde can bulan biri için roman yazmak tam da burada anlamına kavuşuyordu. Varlığın bizimki gibi perdeli kulaklara dahi çalınan bir zikri vardı; eşyadan tınlayan bir ses, bir yankı vardı. İşte onu işitmeden duramadığım için yazıyordum.

Yazmakla işitiyordum. Tabii nefsimin kısıtlı seviyesinde, kısıtlı merhalesinden işittiğim için bütünü kuşatamıyordu kalemimden çıkan sözler ama işte ümit vaat ediyordu. Neden olmasındı?

Çocukluğumdan beri içimde saklı Yunusça burada, tam buramdan yarıyordu beni. Yazmamdaki kendiliğinden niyet; okunmaktan önce okumak, işitilmekten önce işitmek olmuştu hep. Yazmak; kendiliğinden ol nefesi çektiğimi, nefes olduğumu öğrenme ameliyesi olmuştu. Kırk yıldır yazıyordum, hatta yayınlamadıklarımdan başlarsak 45 yıldan fazladır yazıyordum ve daima bu dürtü, bu azim yönlendiriyordu beni. Acaba “emin bilgi”ye ulaşabilecek miydim? İçimden çıkarabilecek miydim onu? Bizzat söz olabilecek miydim?

***

 

İmdi Yûnus ne diyorsa hep hocamdan devam ettim işitmeye:

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

“Yani  söz sûrete ulaştı, sûreti harekete geçirdi; sûrete dönüşen de bu söz idi yani sözün sahibi idi.”Böyle bağlıyordu üstadım. Sözün sahibi kimdi?

“Hikmeti bilen ve dili hikmetli söz söyleyen âdem-i mânâ  yani insan-ı kâmildir. Âdem-i mânâ Allah’ın halîfesi olduğuna göre Cenâb-ı Hak henüz gönlü ölü yani bâtını uyanmamış olan sâliki onun dölleyici kelâmıyla diriltir. Bu diriltici kelâm risâletin hâsılıdır, yani ürünüdür. Aslına bakılırsa risâlet sahibi de Hakk’ın kendisidir. Sâdece sûrete bürünmüş olduğu için dünya gözüyle fark edilememektedir.Sûret yani sâlikin vücûdu, söz ile yani kendini diriltici olan söz ile ilk defa ne zaman tanıştı? Aşk meclisinde! Siz buna bezm-i elest de diyebilirsiniz artık…”

Üstadımın her vesileyle hatırlattığı yerdeydik işte. “Ol” emrine itaatin neresindeysek, ‘elest’imizdeki sözün ikrarı oradaydı. Neye evet demiştik, ne kadarını tasdiklemiştik? Nasıl tamamlanacaktı söz ve dirilecekti? İnsan-ı kâmilin sözünü işitmek sadece bir merhaleydi. Ya sonrası?

Üstadım devam ediyordu: “Şu halde  âdem-i mânâ olan insan-ı kâmilin sözü, hikmetli sözdür. Bu söz, ‘ol’ emri olup hayata dönüşür, sûrete bürünür. Hakk’a yakın olanların sûretine değdiğinde hücrelerinden geçip câna ulaşır ve onu uyandırır. Öyleyse Yûnus “Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur” derken şunu demek istiyor:

“Ey Hak ile dostluk kurmak ve ebediyen dirilmek isteyen kardeş! Senin sûretine insan-ı kâmilden değen söz, başkasının sözü değil Hakk’ın sözüdür. Sûrete değen de gelen de kendisidir. Söz de hakîkatin bir sûretidir. Sen bütün bu hakîkatleri, gönlüne doğan hikmetle anlayabilirsin. Zira hikmet, dil ile anlatılsa da gönülde doğar. Velhasıl, insan dil ve gönülden ibarettir! Dili ve gönlü terbiye edilmeyenin geleni gideni anlaması mümkün değildir!”

Üstadım bunları açarken neden Yunusça’nın bendeki kelime azmini bir vakit sırladığını anlamaya başlayacaktım. Kelimelerin peşinden giderek hiç kimseye danışmadan, kimseden etkilenmeden Kehf suresinin 65’inci ayetindeki “ledün” kelimesiyle çarpışmıştım. Musa-Hızır kıssasındaki Hızır kelimesinin peşinden o kadar çok koştum ki nerelere götürdü beni, ne romanlar yazdırdı…

Meğer elest bezmindeki “belî” sözümün peşinden gidiyormuşum, onu dudaklarımın arasından çıkaracağım an için yazıyormuşum. Bilmeden hayal ederek, rüya görerek…

İkrar anlamına gelecek olan tasdik, kelimelerin içinde yaşayan benim gibi biri için susmadan mümkün değildi. Sözün sahibi kadar sözsüz kelamın da sahibi “bir” imiş! Hızır’la Musa’nın yolculuğu sürüyordu ama bu merhalede yazmayı sırladım.

 

Sûretler ün diyemez söz kendisiz söylenmez

İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır

 

Üstadım bunu şöyle açmıştı: “Sûretler müstakil birer varlık olmadıkları için kendiliklerinden seslenemez; söz kendisiz olmadan yani Hakk’ın kudreti, tecellîsi olmadan söylenmez. İşler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeyle yani bir sûretten kendini gösterir.”

“Vücûd Hakk’ındır” diyordu ve nihayetlendiriyordu: “Sûret ve sûretlerin kendilerine mahsus müstakil vücûdları olmadığından kendilerine mahsus bir sesleri de yoktur. Sıfât zâttan ayrı düşünülemez. Sözün ‘kendisiz’ yani sahibi olmadan söylenmesi mümkün değildir. Sûret zâta perde olduğu için sözü söyleyen ve davranışları gerçekleştirenin sûret yani insan olduğu sanılır. Halbuki bütün oluşlar, söz ve davranışlar risâlettendir. Her oluşun arkasında risâlet gücü vardır. Fakat sıfatlarla perdelendiği için, işlerin iç yüzü bilinemez. Başka bir ifadeyle bütün işler ve oluşlar sûretlere bürünen birer risâlet sırrıdır. Bununla kastedilen şey, ilk nûrdur.

Varlık bu ilk nûrun açılmış şekli, Hazret-i Peygamber de bu ilk nûrun en mütekâmil zuhûrudur. Eşyâ denilen tafsilat bu ilk nûra verilen ‘Kün’ (ol)  ilâhî emriyle meydana geldiği için bütün işler ve oluşların kaynağı risâlettir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse varlık risâletten yani resûlden ibârettir.

Resûl bu ilk nûru taşıyandır, nebî ise bu sırdan haber veren kişidir. Söz Hak’tır fakat risâlet sırrı nebî ve onların vârisleri olan kâmillerin diliyle dilden dile, gönülden gönle aktarılır. Başka bir ifadeyle işler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeden yani bir sûretten kendini gösterir. Öyleyse Yûnus ‘İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır’ diyerek bizi çokluktan birliğe çekmeye çalışmakta, oluşun kaynağını göstererek vahdette tutunmamızı istemektedir.”

Evet, sus Yunusçası müthiş bir ses işittiriyordu üstadımın sesiyle. Kelimesiz bir ses,  benliksiz bir nefes. Yoksa açarken nasıl örtecekti kendini? İşte Yunusça böyle konuşuluyor böyle işitiliyordu. Aşkın olduğu yerde söz bitiyordu.

Varlığın anlamı kelimede değil harfteydi. Ama dil hikmetin yolu olsa da yolculuk kelimeye sığmıyordu. Harfe dönmek, dürülüp bükülüp noktada susmak ve yok olmak gerekiyordu. Öyleyse benlik “aradan” çıktığında yani huy sükût ettiğinde “Hu” nefesiyle canlanan söz kendinden kendine ‘ol’maya devam edecekti.

Diğer Yazıları

YUNUSÇA’YA YUNUS ÖDÜLÜ

Şairce konuşarak sözü kitaba döküyordu her yaştan dertliler. Nitekim Yunusça’nın babası tabir ettiğim hocam Mustafa Tatcı da burada ikincisi düzenlenen uluslararası şiir ve edebiyat günlerinde Yılın En iyi Yunus kitabı […]

SUS YUNUSÇA!

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar […]

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar Leyla İpekçi bize sözün öncesinden bahsediyor. O’nun olduğu ve O’nunla birlikte hiç bir şeyin olmadığı yerin sesini ima ediyor susarak. Yunusça…

Leyla İpekçi
ABAD Blog için yazdı.
10 Eylül 2021

SUS YUNUSÇA!

 

Her birimiz kendi malzememize doğuyoruz. Bendeniz de acizane kelimelerin içine doğdum. Kelimelerde soludum, kelimelerde yoğruldum. Aldığım her nefeste müjdeyi çağırdığım kelimelerden süzülen bir anlam doğdu. Nerede kalmışsam oradan devam ederek bir aşk romanı yaşadım. Meramımı anlatmak için hayatımda hep yazdım. Ta ki Yunusça beni susturana kadar. Şimdi anlamımızı doğuran dilin içinde yaşadığım bu romandan Yunusça bir bölüm paylaşmak istiyorum.

 

“Dışı içidir.” der üstadım. Ya da bendeniz böyle işitirim. Başka türlü de söyleyeyim: “Zahirdeki gerçek, içini remzeder.” Suret bir yerde söz bulunca dışından içine dönmeye, içini dışına çıkarmaya bir fırsat doğuyor. Gelgelelim suretin söz bulması upuzun bir yolculuk. Nerede söz buluyordu suret? Henüz kalemime gelmeden evvel bütün kelimeler bir hayal aleminde beliriyordu. Nefsimizin yüksek bir mertebesinde konuşulmakta olan kuşdilinin adına Yunusça dersek Yunusça’dan surete bürünerek nüzul etmekteymiş sözler.

İşitmeye başladıkça meğer kâinatın diliymiş bu. Her canlının kesintisiz zikri, varlığın diliymiş. Biz işittiğimiz ölçüde söküyormuşuz. Aslında fıtrat dilimiz bu. Fakat onu konuşmak için işitmek, yeniden hatırlamak gerekiyordu. Bizimse dudağımızla kulağımız arasında yüzyıllar vardı. Bu mesafeyi nasıl alacak nasıl uzakları yakına getirecektik? Kim bu bizde saklı hazinenin üzerini açacak kim hatırlatacak derken ancak yazmak suretiyle yaklaşıyor, yaklaşıyordum. Ta ki Yunusça dizeler yüreğimi yarsın.

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

Yunusça’nın babası Mustafa Tatcı üstadımın nefesinden çekersem: “Bu söz ne zaman iş oldu yani vücûd buldu? Nerede hareket ve anlam kazandı? Sûret, nerede söz buldu? Söz nerede sûrete dönüştü?”

Neler demek istiyor da, kim bilir, biz ne kadarını işitiyorduk sözün? “Ol” emriyle surete bürünen anlamdan harfler zuhur ediyordu. Her biri, içerdiği anlamı vücuda getirmeye şartlanmıştı yani surete bürünen her şey için anlama dönüşmek ve anlamı genişletmek farz oluyordu. Yazma serüvenimin baştan aşağı özetiydi bu.

Hayalimde yazdırılacakların suretini görmeden asla yazamazdım. Kelimeler varlığın surete girmiş hali, insanlığımızın izdüşümü öyleyse dil insana farzdır; diyordum. Her farz ancak gönülden gerçekleştirildiğinde yerine getirilmiş olmaz mıydı?

Bu durumda “ol” emrine riayet etmek zorla mümkün değildi. İtaat, isteyerek olmalı; gönülden olmalı ki dil ikrar etmeliydi. Yeryüzüyle gökyüzüne zorla ya da isteyerek gelin denince isteyerek geldik, demeleri bir ikrar değil miydi? Zira itaat ancak gönülden olursa gerçeği kuşatabiliyordu. Dil ile gönül “bir” aşkın kaynağıydı muhakkak.

***

Fakat üstadım bu acizane tefekkürümle sınırlı söz söylemiyordu elbette, anlamı yarmaya devam etti: “Bu vücûd ne zaman kendiliğinden söz söyler hale geldi, ne zaman o sözlerin sahibi oldu? Sûretin müstakil bir varlığı yoktur. Bunu iyice düşün!”

Düşünüyordum yazarken evet. “Yunus değildir bunu diyen, kendiliğidir söyleyen!” Nefsimiz hangi merhaledeyse, konuştuğumuz ve işittiğimiz dil o seviyeden canlanıyordu. Bizzat bu keşif benim gibilerin Yunusça menakıbımızda defalarca tecrübe edilmiş bir olguydu. Gelgelelim nefs-i emmare dilinden yazılanlarla nefs-i kamile dilinden yazılan dizeler arasında koskoca bir benlik farkı vardı. Benliksiz makamda Yunus’un içindeki “ben” söz söylüyorsa benlikli nefis mertebelerimizde elbet sözün seviyesi her yönden kuşatıcı olamaz, olamıyordu. Yine de kalemime mürekkep yürütüyordu, hiç tükenmiyordu.

Öyleyse diyordum, suretin müstakil varlığı olmadığını ispat edebilenler ancak Yunus gibi kendiliğinden söz söyler hale gelebilir. Kendi içinden çıkarabilirler sözü. “Ol” emrini kendinden kendine verdiklerini bilebilirler. Sadece veren kendi değil, sözü alan da kendi, söz de kendi oluyordur tabii.

Gelgelelim üstadım Tatcı bu tefekkürümle de sınırlandırmıyordu anlamı: “Şunu da bil, her sıfatta sûrete gelen kendisidir, öyleyse ağızdan çıkan söz de Hak’tır. Şu halde lisan ve o lisanın kaynağı olan gönül hikmetin yoludur.”

Böyle diyordu. Ne müthiş bir merhaleye davet ediyordu beni bu sözlerle. Benim gibilere demek istiyordu ki: “Ağzından çıkan her söz Hakk’ın bir tecellisidir. Sendeki Hakk hangi merhaledeyse oradan surete bürünüyor. Eğer ağzından benlikli sözler dökülüyorsa senin nefsindeki Hakk bilgisi o kadardır.” Ve demek istiyordu ki aynı zamanda: Ağzından çıkan ne varsa alnına yazılır. Yazgını kendi dilinle yazarsın.

Ne anlıyorduk? Sözü temizlemeden, gönül temizlenemezdi. Sözü temizlemek acaba benim gibi kelimelerde doğan ve yaşayan biri için nasıl mümkündü? Sadece düşünce, fikir, yorum gibi nefsin alt mertebelerinden söz söylemeyerek temizleyebilir miydim dilimi? Nefsimin tortularını, tozlu topraklı sözlerini sükût etmeden temizleyebilir miydim? Nerede sükût etmeli nerede sözü sarf etmeliydim? Kesin bilgiye (benliksiz söze) varabilir miydim?

Başa dönersek yeniden tefekkür için, üstadımın tabiriyle evet, dışı içidir varlığın. O halde söz, gerçeğin hem içi hem dışı nasıl olacaktı?

***

 

Sûret söz kanda buldu söz ıssı kaçan oldu

Sûrete kendi geldi dil hod hikmet dilidir

 

“Bazı yazmalarda beyit böyledir.” diyordu Tatcı üstadım. Beyitin bu okunuşunda da “dil” kelimesi ilk olarak gönül anlamında değil, “sohbet aracı olan lisan” anlamındaymış. Esas aldığımız dil kelimesi “söz” anlamının yanında Farsça “gönül “anlamına da alınabilirmiş. Zira lisan hikmeti anlamanın yolu olduğu kadar “gönül” de hikmetin anlaşıldığı bir merkez ve merhaleydi. O bunları derken tekrar dönüyordum. Nefsimin alt merhalelerindeyken nasıl olur da Yunusça’dan zevk alabiliyor, esinleniyor ve sürecin içinde nasıl yol bulabiliyordum öyleyse?

“Suret nerede söz buldu? Söz nerede surete dönüştü?” Bu iki farklı soru demek ki birbirine cevap imiş. Zira hikmet nerededir? El cevap: Aşıkların gönlünde doğar. Cevap buydu elbet. Seviyordum. Şevkimin kaynağı bendeki benden ibaret olmayan gerçekti! Benliksiz söze ulaşmak için bir ilk adımdı bu. Üstadımın anlamı yaran dil akışına girmiştim artık: Hazret-i Mısrî âşıkların diline (=gönlüne) Hû zikriyle hikmet dolduğunu anlatırken şöyle der:

 

Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar

Küntükenz’in haznesinden yana yana Hû deyu

 

Yûnus’un şiirlerinde “Hikmet” iki anlamda karşımıza çıkmaktadır diye devam ediyordu üstadım. Birincisi burada anıldığı gibi gönle gelen ilâhî bilgiler, diğeri aklın ürünü olan felsefe anlamındadır. Yûnus bu kavramı ikinci (=felsefe) anlamında kullanırken şöyle der:

 

İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra

Bu bir acâyib sırdır ilme kitâba sığmaz

 

Ya da şöyle der:

İlm-i hikmet okuyanlar aşkdan fakîr durur bunlar

Mansûr oldum asın beni hep dillerde söyleneyin

 

Yûnus bir yerde de “hikmeti tefekkür etmeyen insanın gönül sahibi olmadığını” söyler. Bu mânâda “gönül” ,insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır. İnsanın tamamlanıp gönül sahibi olabilmesi için mütefekkir olması şarttır:

 

Gönül müdür ol hikmeti kılmadı tefekkür

Yâ göz müdür ol yaş yerine dökmeye kanı

 

Cümleyi üstadımdan alarak tekrar ettim durdum: “Gönül, insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır.” Ne anlıyorum bundan? Eşyanın hakikati benim gönlümdeki hakikati bilmem için mevcuttu yani benim için. Eşya kendi hakikatini kendisi anlayamazdı, onu ancak insan anlardı.

Demek ki eşya, insanın hakikat merhalelerine bürünmüş olan kendi suretidir diyordum. Alemdeki her şey bizden birer suret olmalıydı. Üstadımın tabiriyle zerreden küreye… Tefekkür ederken cisimleştirirsem; gezegenlerden, gökadalardan içimizdeki hücrelere kadar her şey. O halde peygamberimizin “bana eşyanın hakikatini göster” niyazı bize müthiş bir ipucu bırakıyordu.

Bir seferinde mânâ bu ya, bir odaya giriyorum her şey havada yüzüyor; benimle kendi lisanlarında bir şey konuşuyorlar. Hepsinin canlı olduğunu görüyorum. İbn Arabi burada yardım ediyordu: “Her şeyin canlı olması, her şeyin konuştuğuna delalettir! “İşte benim gibi çocukluğundan beri kelimelerde can bulan biri için roman yazmak tam da burada anlamına kavuşuyordu. Varlığın bizimki gibi perdeli kulaklara dahi çalınan bir zikri vardı; eşyadan tınlayan bir ses, bir yankı vardı. İşte onu işitmeden duramadığım için yazıyordum.

Yazmakla işitiyordum. Tabii nefsimin kısıtlı seviyesinde, kısıtlı merhalesinden işittiğim için bütünü kuşatamıyordu kalemimden çıkan sözler ama işte ümit vaat ediyordu. Neden olmasındı?

Çocukluğumdan beri içimde saklı Yunusça burada, tam buramdan yarıyordu beni. Yazmamdaki kendiliğinden niyet; okunmaktan önce okumak, işitilmekten önce işitmek olmuştu hep. Yazmak; kendiliğinden ol nefesi çektiğimi, nefes olduğumu öğrenme ameliyesi olmuştu. Kırk yıldır yazıyordum, hatta yayınlamadıklarımdan başlarsak 45 yıldan fazladır yazıyordum ve daima bu dürtü, bu azim yönlendiriyordu beni. Acaba “emin bilgi”ye ulaşabilecek miydim? İçimden çıkarabilecek miydim onu? Bizzat söz olabilecek miydim?

***

 

İmdi Yûnus ne diyorsa hep hocamdan devam ettim işitmeye:

 

Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu

Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur

 

“Yani  söz sûrete ulaştı, sûreti harekete geçirdi; sûrete dönüşen de bu söz idi yani sözün sahibi idi.”Böyle bağlıyordu üstadım. Sözün sahibi kimdi?

“Hikmeti bilen ve dili hikmetli söz söyleyen âdem-i mânâ  yani insan-ı kâmildir. Âdem-i mânâ Allah’ın halîfesi olduğuna göre Cenâb-ı Hak henüz gönlü ölü yani bâtını uyanmamış olan sâliki onun dölleyici kelâmıyla diriltir. Bu diriltici kelâm risâletin hâsılıdır, yani ürünüdür. Aslına bakılırsa risâlet sahibi de Hakk’ın kendisidir. Sâdece sûrete bürünmüş olduğu için dünya gözüyle fark edilememektedir.Sûret yani sâlikin vücûdu, söz ile yani kendini diriltici olan söz ile ilk defa ne zaman tanıştı? Aşk meclisinde! Siz buna bezm-i elest de diyebilirsiniz artık…”

Üstadımın her vesileyle hatırlattığı yerdeydik işte. “Ol” emrine itaatin neresindeysek, ‘elest’imizdeki sözün ikrarı oradaydı. Neye evet demiştik, ne kadarını tasdiklemiştik? Nasıl tamamlanacaktı söz ve dirilecekti? İnsan-ı kâmilin sözünü işitmek sadece bir merhaleydi. Ya sonrası?

Üstadım devam ediyordu: “Şu halde  âdem-i mânâ olan insan-ı kâmilin sözü, hikmetli sözdür. Bu söz, ‘ol’ emri olup hayata dönüşür, sûrete bürünür. Hakk’a yakın olanların sûretine değdiğinde hücrelerinden geçip câna ulaşır ve onu uyandırır. Öyleyse Yûnus “Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur” derken şunu demek istiyor:

“Ey Hak ile dostluk kurmak ve ebediyen dirilmek isteyen kardeş! Senin sûretine insan-ı kâmilden değen söz, başkasının sözü değil Hakk’ın sözüdür. Sûrete değen de gelen de kendisidir. Söz de hakîkatin bir sûretidir. Sen bütün bu hakîkatleri, gönlüne doğan hikmetle anlayabilirsin. Zira hikmet, dil ile anlatılsa da gönülde doğar. Velhasıl, insan dil ve gönülden ibarettir! Dili ve gönlü terbiye edilmeyenin geleni gideni anlaması mümkün değildir!”

Üstadım bunları açarken neden Yunusça’nın bendeki kelime azmini bir vakit sırladığını anlamaya başlayacaktım. Kelimelerin peşinden giderek hiç kimseye danışmadan, kimseden etkilenmeden Kehf suresinin 65’inci ayetindeki “ledün” kelimesiyle çarpışmıştım. Musa-Hızır kıssasındaki Hızır kelimesinin peşinden o kadar çok koştum ki nerelere götürdü beni, ne romanlar yazdırdı…

Meğer elest bezmindeki “belî” sözümün peşinden gidiyormuşum, onu dudaklarımın arasından çıkaracağım an için yazıyormuşum. Bilmeden hayal ederek, rüya görerek…

İkrar anlamına gelecek olan tasdik, kelimelerin içinde yaşayan benim gibi biri için susmadan mümkün değildi. Sözün sahibi kadar sözsüz kelamın da sahibi “bir” imiş! Hızır’la Musa’nın yolculuğu sürüyordu ama bu merhalede yazmayı sırladım.

 

Sûretler ün diyemez söz kendisiz söylenmez

İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır

 

Üstadım bunu şöyle açmıştı: “Sûretler müstakil birer varlık olmadıkları için kendiliklerinden seslenemez; söz kendisiz olmadan yani Hakk’ın kudreti, tecellîsi olmadan söylenmez. İşler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeyle yani bir sûretten kendini gösterir.”

“Vücûd Hakk’ındır” diyordu ve nihayetlendiriyordu: “Sûret ve sûretlerin kendilerine mahsus müstakil vücûdları olmadığından kendilerine mahsus bir sesleri de yoktur. Sıfât zâttan ayrı düşünülemez. Sözün ‘kendisiz’ yani sahibi olmadan söylenmesi mümkün değildir. Sûret zâta perde olduğu için sözü söyleyen ve davranışları gerçekleştirenin sûret yani insan olduğu sanılır. Halbuki bütün oluşlar, söz ve davranışlar risâlettendir. Her oluşun arkasında risâlet gücü vardır. Fakat sıfatlarla perdelendiği için, işlerin iç yüzü bilinemez. Başka bir ifadeyle bütün işler ve oluşlar sûretlere bürünen birer risâlet sırrıdır. Bununla kastedilen şey, ilk nûrdur.

Varlık bu ilk nûrun açılmış şekli, Hazret-i Peygamber de bu ilk nûrun en mütekâmil zuhûrudur. Eşyâ denilen tafsilat bu ilk nûra verilen ‘Kün’ (ol)  ilâhî emriyle meydana geldiği için bütün işler ve oluşların kaynağı risâlettir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse varlık risâletten yani resûlden ibârettir.

Resûl bu ilk nûru taşıyandır, nebî ise bu sırdan haber veren kişidir. Söz Hak’tır fakat risâlet sırrı nebî ve onların vârisleri olan kâmillerin diliyle dilden dile, gönülden gönle aktarılır. Başka bir ifadeyle işler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeden yani bir sûretten kendini gösterir. Öyleyse Yûnus ‘İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır’ diyerek bizi çokluktan birliğe çekmeye çalışmakta, oluşun kaynağını göstererek vahdette tutunmamızı istemektedir.”

Evet, sus Yunusçası müthiş bir ses işittiriyordu üstadımın sesiyle. Kelimesiz bir ses,  benliksiz bir nefes. Yoksa açarken nasıl örtecekti kendini? İşte Yunusça böyle konuşuluyor böyle işitiliyordu. Aşkın olduğu yerde söz bitiyordu.

Varlığın anlamı kelimede değil harfteydi. Ama dil hikmetin yolu olsa da yolculuk kelimeye sığmıyordu. Harfe dönmek, dürülüp bükülüp noktada susmak ve yok olmak gerekiyordu. Öyleyse benlik “aradan” çıktığında yani huy sükût ettiğinde “Hu” nefesiyle canlanan söz kendinden kendine ‘ol’maya devam edecekti.

Diğer Yazıları

YUNUSÇA’YA YUNUS ÖDÜLÜ

Şairce konuşarak sözü kitaba döküyordu her yaştan dertliler. Nitekim Yunusça’nın babası tabir ettiğim hocam Mustafa Tatcı da burada ikincisi düzenlenen uluslararası şiir ve edebiyat günlerinde Yılın En iyi Yunus kitabı […]

SUS YUNUSÇA!

Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar […]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir