UZAKTAN KOMŞUMUZ ‘’İRAN’’ – 3

Mustafa Kürşat Şahiner’le İran yolculuğumuzun sonuna geliyoruz. Uzaklarda ateş kırmızısı bir nar yarılıyor bir danesi ABAD Blog sayfalarına düşüyor. Yezd’in rüzgarında Zerdüşt’in sönmüş ateşinin külleri dağılıyor. Rüzgar kulelerinin serin dinginliğinde bize de bir kahve söylüyor Şahiner. Yüz insan ömrü yaşamış bilge bir servinin gölgesinden geçip Hafız’ın şehrine varıyoruz. Kabrinin başında sabaha kadar gülüne kanlı gözyaşı döken bülbüle eş oluyoruz, biz de şairle birlikte eski Şiraz’ı özlüyoruz. Bu göğsümüze doyumsuz bir zevki tahattur bırakan yazıyı Münir Nurettin üstadın sesinden, güftesini Şiraz Konsolosluğu günlerinde büyük Şair Yahya Kemal’in yazdığı Rindlerin Ölümü’nü dinlerken okumanızı öneririz. Biz öyle yaptık.

M. Kürşat Şahiner
ABAD Blog için yazdı.
22.12. 2021

UZAKTAN KOMŞUMUZ ‘’İRAN’’ – 3

 

       İnsan ne garip; kendinden bir şeyler bulduğu, duygularının buram buram coştuğu yerlere hemen alışıveriyor. Daha doğrusu derler ya hani seven insan alışmaktan daha çok bağlanır diye, kısa sürede ben de sevdim buraları. Bu serüvenin sonuna yaklaşırken de tıpkı gerçek zamandaki gibi ince bir hüzün ile başlıyorum yazmaya.

Kadim şehir İsfahan’dan sabah erken saatlerde ayrılıyorken yeniden görüşmeyi temenni ederek bakıyorum Kaju Köprüsüne, selam veriyorum son kez Ali Kapı Sarayı’na, Nakş-ı Cihan Meydanı’na. Karmaşık hisler ile doluyorum ama biraz sonra sıradaki istikametimizin heyecanı sarıyor beni; sokakları Muharrem ayı kokan, öte yandan Zerdüştlüğün merkezi olan, rüzgar kulelerinin mistik başkenti Yezd. Buraya İsfahan’dan karayolu ile 4 saatte ulaşıyorsunuz. Yol üzerinde ilk durağımız tarihi 3000 yıla dayanan eski bir Zerdüşt köyü Agda oluyor. Neredeyse dokusu hiç bozulmamış, kullanılacak halde olmasa da yüzlerce yıllık evlerin arasında 3000 yıl öncesine adım atıyormuş gibi yürüyorsunuz. Köyde artık Zerdüştler yaşamıyor, ilerleyen kısımlarda da detaylı bahsedileceği üzere 1174 yılında burada yanan Zerdüşt ateşi birtakım tehditlerden dolayı taşınmış ve nüfus başka yerlere göç etmiş. Köyün şimdiki sakinleri Şiiliğe mensup İranlılar. Gelenekler oldukça yoğun yaşatılıyor, bu nedenle sık sık Ya Ali yazıları ve yüzü çizilmemiş Hz. Hüseyin tasvirleri görmek mümkün. Yeri gelmişken bahsetmek isterim ki yol boyunca devrim muhafızlarının kontrolünde olan yerlerde de dağlara yazılmış ‘’Ya Ali’’ yazılarına rastlanıyor. Ayrıca İranlılar ‘’rica ederim’’ ile bitebilecek birçok diyaloğun sonunda yine ‘’Ya Ali’’ diyerek karşılık veriyor.

Köyün dört bir yanı nar ağaçlarıyla dolu, çünkü narın Zerdüştlük’te önemli bir yeri var, doğurganlık, ölümsüzlük ve zenginliği sembolize ediyor. Biz de bu narların tadına bakmayı ihmal etmiyoruz tabii. Bu noktada Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde yer alan Tanrıça Kubaba heykelini de anmadan geçemeyeceğim. M.Ö. 900-700 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen Kubaba’nın, heykelinde sağ elinde nar tuttuğu görülüyor. Birbirine bu kadar yakın bir coğrafyada bunun bir tesadüf olmadığını düşünüyorum.

Köydeki ziyaretimizin ardından 1 saat sonra Yezd’e varıyoruz. Hiç vakit kaybetmeden Dowlat Abad Bahçesi’ne gidiyoruz. Yezd denilince akla ilk olarak rüzgar kuleleri geliyor. Zaman zaman dayanılmaz sıcakların yaşandığı bu coğrafyada insanların asırlardan beri kullandığı geleneksel bir teknoloji aslında rüzgar kuleleleri. Kulenin dışındaki çubuklar, rüzgarın içeriye doğru yön değiştirmesini sağlıyor, basınç farkından dolayı soğuyan hava evlerde bir klima etkisi yaratıyor. Buranın huzur dolu bir bahçesi var, rüzgar kulesi ruhunuza sakinlik, dinginlik üflüyor sanki. Bu bahçedeki rüzgar kulesi dünyanın en büyüğü. Şehirde ön plana çıkan ikinci şey ise su tünelleri. Yıllar yıllar önce açılmış bir sürü kaynak suyu tüneli var, hatta Dowlat Abad Bahçesi’nin bu uzun havuzunu dolduran su da bir kaynaktan geliyor. Gurup vakti yaklaşırken çıkıyoruz bahçeden, çünkü şehrin günbatımındaki mükemmel manzarası kaçırmak istemeyeceğiniz türden. Hemen Yezd’in o meşhur, tarihi, daracık ara sokaklarına giriyoruz.

En güzel manzarayı seyredebileceğimiz kafeyi seçiyoruz, yöreye özgü Yezd kahvemizi alıp terasına çıkıyoruz. Muhteşem bir görüntü; onlarca rüzgar kulesi, kubbeler, minareler ve kerpiç duvarları okşayan güneşin turuncu dokunuşları. Segah makamında kulağımıza çalınan akşam ezanıyla doruklara çıkıyor yaşadığımız haz, dakikalarca izliyorum. Manzarasına bakıp da bu kadar dinginleştiğim, hafiflediğim çok az şehir hatırlıyorum. Gerçekten hissediyorsunuz buradaki derin manayı, iliklerinize işliyor adeta. Vaktimiz çok olsa gece boyunca orada kalmayı isterdim.

Terastan ayrılıyoruz, şehrin sokaklarında yürümeye başlıyoruz, daha doğrusu kaybolmaya. Böyle diyorlar Yezd için, kerpiçle sıvanmış, yüksek duvarlı labirent gibi sokaklarında kaybolun. Her adımda günümüzden biraz daha uzağa gidiyorum, başka dönemlere, başka diyarlara. Bir sokak sanatçısının müziğini duyuyorum, her şey kusursuz bir ahenk içinde. Yolun sonunda ihtişamıyla göz kamaştıran İlhanlı dönemi eseri Cuma Camii’ne çıkıyoruz, 48 metrelik minareleri dikkatleri çekiyor hemen. Gece ışıklandırması harikulade, masmavi parlayan bir mabet. Tek eyvanlı, çinileri incelikle işlenmiş, 700 yılı aşkın süredir şahitlik ediyor tarihe. Minareleri taşıyan devasa kemerli kapıdan çıkınca iki tarafında dükkanların sıralandığı, sonunda tarihi bir saat kulesinin sizi karşıladığı geniş bir yolda yürüyorsunuz. Buradan geçip biraz sonra ateş tapınağına (Dakhme) varıyoruz, burası Zerdüşt dininin en önemli ibadet merkezlerinden birisi. Zerdüşt, tanrı Ahura Mazda’nın peygamberidir, gerçekten yaşamış olduğuna inanılır. Zerdüştlüğün dini kitabı olarak temel bilgilerin anlatıldığı Avesta görülmektedir. Tapınağın içerisinde Zerdüşt geleneklerinin sergilendiği bölümleri gezebilirsiniz. En önemlisi ise yukarıda kısaca değindiğim, yaklaşık 1500 yıldan fazla süredir devamlı yanan Zerdüşt ateşi. Ateşten sorumlu olan  ‘’hirbod’’ adındaki rahipler, ateşi sürekli badem ve kayısı odunu ile beslemektedirler. Bu işlem sırasında oldukça hassas davranılır, Zerdüştler ateş, hava, su ve toprağın kirlenmemesi gerektiğine inanırlar. Bundan dolayı ateşe odun koyarken özel bir kıyafet giyip ağızlarını ve burunlarını maskeyle kapatırlar. Bugüne kadar neredeyse sadece ateşe taptıkları bilgisine sahip olduğum – buna ilişkin asıl amaç ibadet için ışığa yönelmekmiş, mesela evde ibadet etmek için güneş ışığının geldiği tarafa yönelmek – Zerdüşt toplumunun ne derin bir kültürden beslendiğini öğreniyorum. Ertesi sabah başka bir boyutuyla devam ediyoruz Zerdüştler hakkında yeni şeyler öğrenmeye. Sabahın erken saatlerinde sessizlik kulelerine gidiyoruz. Burası bir cenaze töreni alanı, Zerdüştler kilometrelerce öteden ölülerini buraya getirip küçük kulübelerde yıkama, kefenleme işlemlerini gerçekleştiriyor, ardından sadece ‘’nasa salar’’ adındaki iki görevli cenaze ile birlikte sessizlik kulesine çıkıyor. Kulenin en tepesinde biraz derince, geniş bir çukur bulunuyor. Cesetler bu çukurun etrafına içeriden dışarıya sırasıyla çocuklar, kadınlar ve erkekler olmak üzere hazırda bekleyen akbabaların yemesi için bırakılıyor. 15 dakika gibi kısa bir sürede akbabalar tarafından yenilen cesetlerden kalan kemik parçaları çeşitli kimyasallar kullanılarak çukurun içerisinde toz haline getiriliyor. Bu geleneğin temel amacı insan bedeninin toprağı kirletmemesi üzerinedir. Hatta işlemin gerçekleştirildiği çukur bile sonradan kömür ve su ile yıkanmaktadır. Zerdüştler bu geleneğe 50 yıl önce son vermişlerdir. Her ne kadar bu geleneğe saygı duymaya çalışsam da bir o kadar da trajik buluyorum. Sessizlik kulesinden aşağı doğru merdivenleri adımlarken bir matem havası, hüzün hissetmemek elde değil.

Yola koyuluyoruz tekrar, İran’da son durağım aşkın, şiirin, edebiyatın şehri Şiraz. Yezd’den çıkınca kara yolu ile 5 saatlik bir yolculuğun ardından rahatlıkla ulaşabiliyorsunuz buraya. Giderken yol üzerinde tarihi bir servi ağacını ziyaret ediyoruz. Bu kadar yaşlı bir ağaç gördüğümü hatırlamıyorum, bahsedilene göre 8 bin yaşında, bilim adamları ise 4 bin yaşının üzerinde olduğunu ispatlamış. Yemyeşil, kocaman, çitlerle çevrilmiş bir bahçenin ortasında yükselmiş; sanki yavrusu gibi küçük bir servi ağacı daha var yanında. Ağaçlar da insanlar gibidir derler, yaş aldıkça olgunlaşır. Gerçekten öyle, bilge bir ağaç bu, dili olsa neler anlatacak, ne öğütler verecek. Öyle bir tavır, öyle bir duruş, rüzgar her değdiğinde yapraklarına sizinle konuşuyor sanki. Bu koca servinin gölgesinde biraz daha dinlenip ayrılıyoruz artık. Yezd’den Şiraz’a geçerken eyalet değiştirmiş oluyoruz, bu nedenle polis kontrol noktalarına sıklıkla rastlanıyor. Ancak bu kadar sıkı bir denetimin bugün bir nedeni daha var; 29 Ekim günü M.Ö. 6.yüzyılda kurulan Pers Devleti Ahameniş İmparatorluğu’nun kurucusu Büyük Kiros’un doğum günüdür ve Kiros’un kabri Şiraz yakınlarındaki Pasargad antik kentinde bulunmaktadır. İran’daki mevcut yönetime tepki göstermek isteyenler ise Ahameniş ve Sasani dönemlerini bir nevi kutsallaştırarak rejim karşısında birleşme eğilimindedir. Bundan dolayı her sene         29 Ekim’de bu gruplar anma yapmak için Kiros’un mezarına gitmek istemektedir. Ekim 2016’da yine bugün anma törenleri sırasında çok sayıda kişi göz altına alınmıştır. Bu nedenle her sene bu tarihte Pasargad antik kenti ve Persepolis ziyarete kapalıdır, Şiraz’a giriş çıkışlar da titizlikle kontrol edilmektedir. Biz de programımızı buna uygun bir şekilde değiştirerek Persepolis’e ertesi gün uğramak üzere direkt Şiraz’a geçiyoruz.

Dünyanın her yerinde güney şehirlerindeki insanlar bana hep daha sakin, daha mutlu, daha huzur dolu gelmiştir, aynı şekilde yaşadıkları şehirler de öyle. Daha adım atar atmaz Şiraz da aynı şeyleri hissettiriyor, tabii bunda Şiraz’ın Fars edebiyatının başkenti olduğunu biliyor olmamızın da etkisi var biraz. Görece uzun bir yolculuğun ardından ilk işimiz geleneksel yemekleri tadabileceğimiz güzel bir restorana kendimizi atmak oluyor. Mekana yaklaştıkça yavaş yavaş artan bir müzik sesi geliyor, çok güzel bir ritm. Hafif Hint müziklerini andıran bir tını var pop kültürü diyebileceğimiz İran şarkılarında. İran mutfağında baharat kullanımı oldukça yerinde, yemekleri de bizimkilere çok benziyor. Safranlı pilav neredeyse her yemeğin yanında geliyor, ben gayet beğendim İran yemeklerini. Yemekten sonra Şiraz turumuza başlıyoruz hızla, hava kararmaya yüz tutmuşken ilk durağımız Hacı Şemseddin Muhammed, yani namı diğer üstad Hafız-ı Şirazi’nin türbesi oluyor. Sıradan bir türbeden çok farklı burası, yine fevkalade geniş bir bahçe, sağlı sollu hediyelik eşya ve kitap satılan bir iki dükkan var. Dört bir yandan üstadın şiirlerinden, gazellerinden bestelenen şarkılar duyuluyor. Akşamın bu saatinde tıklım tıklım dolu türbe, insanlar Hafız’ı çok seviyor, ona çok saygı duyuyor. İranlılar dara düştükleri zaman Hafız’ın divanından feyz alırlarmış. Kabrin başına gelince aklıma Yahya Kemal Beyatlı’nın Şiraz’da konsolosluk yaparken kaleme aldığı ‘’Rindlerin Ölümü’’ şiiri geliyor:

Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle.
Gece; bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.

 

Hafız’ın farklı dönemlerde, dünyanın dört bir yanındaki çok ünlü düşünürleri, şairleri, yazarları, bilim insanlarını etkilediği bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki onun yazdıkları günümüzde de faydalanılacak öğütleri içermektedir. Türbeden ayrılırken kulağımıza çalınan gazellerin, şiirlerin ruhumuzda bıraktığı tatlı bir sarhoşluğu hissediyoruz. Böylece devam ediyoruz Şiraz sokaklarında ilerlemeye. Az sonra karşımıza şehrin sembol yapılarından biri olan Kerim Han Kalesi çıkıyor. Hemen yakınlardaki bir dükkandan İran’ın güney bölgelerinde sıklıkla rastlayabileceğiniz ‘’faludeh’’ adındaki dondurmalarımızı alıp kaleyi seyre dalıyoruz. İran hükümdarı Kerim Han ‘’Ben milletime şah olmaya değil hizmetkar olmaya geldim.’’ diyerek ‘’Şah’’ unvanını kabul etmemiştir. Bu nedenle halkının gözünde kıymeti büyüktür. Döneminde başkenti Şiraz’a taşımış, şehre de bu ihtişamlı kaleyi yaptırmıştır. İnsanlar kalenin kenarlarındaki parklarda piknik yapıyor, oturuyor, sohbet ediyor. İsfahan ve Yezd’den farklı olarak çok hareketli bir şehir Şiraz. Bu akşam son ziyaretimizi Şiiler için çok önemli bir ibadetgah olan Şah Çerağ’a yapıyoruz. Şah Çerağ, Şiilerin 8.İmamı Ali Er-Rıza’nın kardeşlerinden Seyyid Emir Ahmed’in mezarının bulunduğu tarihi bir türbe. Çok büyük bir kompleks, camisi 12.yüzyıldan kalma ve içerisi inanılmaz gösterişli dizayn edilmiş, tepeden tırnağa her yer parıl parıl parlıyor. Muharrem ayının burada oldukça hareketli geçtiği söyleniyor. Şah Çerağ ise ‘’Işıkların Şahı’’ demek, Seyyid Emir için Şiraz halkının kullandığı bir hitap.

Şiraz’da uyandığımız bu sabah otelden çıkış saatimizi kendimiz belirlemiyoruz. Çünkü bugün, halk arasında ‘’pembe camii’’ diye bilinen, muhteşem bir Kaçar dönemi eseri Nasır-el Mülk Camii’ni ziyaret edeceğiz. Ve eğer camideki renk cümbüşünü izlemek istiyorsanız sabah saat 8 ile 10 arasında mutlaka orada olmalısınız. Sabah güneşi bu saatler arasında geometrik desenli, gökkuşağı rengindeki camlara vuruyor, sonrası keyifli bir seyir. Yere yansıyan renklerin arasından geçerken gökkuşağının üzerinde yürüyorsunuz sanki. Caminin çinilerinde her renk kullanılmış olsa da ağırlıklı pembe tonları bu ışık şöleniyle daha bir pembeleşiyor. Uzunca bir vakit geçiriyoruz burada, ziyarete gelen herkes kendini ışıklar arasında fotoğraflamanın derdinde. Bahsettiğim sebeplerden dolayı dün gidemediğimiz Persepolis antik kenti için bugün açık olup olmadığına dair tereddütlerimiz vardı, pembe camii görevlisinden de bu konuda fikir alıyoruz.

Kendisi, oraya turistik ziyaretler için gidiş geliş yapan bir taksiciyi tanıdığını söyleyip bize yardımcı oluyor. Antik kentin açık olduğuna dair teyit aldıktan sonra taksi bizi almaya geliyor. 1-1,5 saat gibi kısa bir yolculuğun ardından Persepolis’e varıyoruz. Kiros’un damadı 1.Darius tarafından M.Ö. 6.yüzyılın sonlarında yaptırılan Persepolis, sadece nevruz zamanı kullanılan bir başkent şehri idi. Nevruz ayı burada geçirildikten sonra diğer başkent şehirlerine dönülürmüş. Şehrin girişine doğru ilerlerken genişçe bir alandan geçiyoruz, dar aralık basamaklı merdivenlerden – bu tür bir merdiven yapısının kullanılmasının sebebi gelen misafirlerin yorulmamasını sağlamakmış – çıkıp boğa tasvirli sütunların arasından geçerek gezmeye başlıyoruz. Bahsedildiğine göre burası devasa bir şehirmiş, 10 bin kişilik kapalı bir tören salonunun olduğu bile söyleniyor. Sütunların büyüklüğünden, yüksekliğinden bunu anlamak mümkün. Duvarlarda sık sık boğayı ısıran aslan kabartmasını görüyoruz. Boğa kışı, aslan ise yazı temsil etmekteymiş, nevruz ayının geldiğine bir gönderme bu. Ayrıca Zerdüştlerin tanrısı Ahura Mazda yine sıkça işlenmiş kabartmalardan. Çünkü Pers kralları gücünü Ahura Mazda’dan aldıklarına inanırlarmış, bunu resmeden bir başka kabartma ise burayı ziyaretimizden sonra gideceğimiz Nakş-ı Rüstem kral kaya mezarlarında resmedilmiştir. Kral Darius’a nevruz tebriği için yakın coğrafyalardaki milletlerden hediyeler getirilirmiş, bir şölen havasında geçermiş nevruz bayramı. Bu milletler kabartmalarda işlenmiş, her milletin belirgin özellikleri verilmeye çalışılmış, birçoğunun hangisi olduğunu rehbere ihtiyaç duymadan anlıyorsunuz. Bunlardan birisi de Saka Türkleri. Ülkemizdeki antik kentler kadar olmasa da bunca yıl iyi korunmuş, görülmesi gereken bir tarih yatıyor burada. 10-12 kilometre ötede ise kral kaya mezarlıkları bulunuyor. Kral mezarlarındaki Fars mitolojisi kahramanı Rüstem tasvirleri nedeniyle buraya Nakş-ı Rüstem ismi verilmiş. Dönemin şartlarına göre kaya üzerine oyulmuş bu ince motiflerin nasıl yapıldığını düşünmeden edemiyorsunuz. Buna benzer bir örneği ülkemizde Amasya’da görebilirsiniz. Pontus krallarına ait mezarlar Amasya Kalesi eteklerinde, şehirden yüksek bir noktada konumlanmıştır.

Persepolis’ten ayrılırken asırlar önce kutlanan Nevruz Bayramı’ndan sesler fısıldıyor sanki kulaklarımıza. Anlatılanlar ile gördüklerimi hayalimde birbirine kavuşturuyorum, muazzam bir duygu. Bu kadim medeniyete veda vaktim de geliyor yavaş yavaş. Zamanım olsa adım adım, her karışını gezerdim ülkenin. Belki bir dahaki sefere diyorum içimden. İran’a gelirken düşündüklerim ile 7 gün sonra bugün hissettiklerim öyle farklı ki bu medeniyete kendimi bu kadar sıcak hissedebileceğime inanmazdım. İnsanlar, şehirler, mekanlar, yemekler her şeye alışmışım, her şeyde kendimden, kendi medeniyetimizden bir şeyler bulmuşum. Velhasıl uzak komşumuz İran, yakın olmuş bana. Cümlelerimi okurken sizleri de İran sokaklarında gezdirmiş olmayı, uzak İran’ı sizlere de yakın etmeyi umut ediyorum. Bir başka seyirde görüşmek dileğiyle, sağlıcakla.

 

 

 

 

 

Diğer Yazıları

YERYÜZÜNDE YALINAYAK

İçten dışa, dıştan içe; seferlerimiz... Yeni yılın ilk yazısı Leyla İpekçi'nin kaleminden. Dünya, bütün hikayemiz burada, yol arkadaşlığımız. Çıkıp gidemeyeceğimiz içimiz dışımız. Kimine cife, zindan, cehennem. Kimine cennet. Kimine ateş [...]

BENLİK KİBRİ; ÖĞRENMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL

Ben bilirim egosu. Bilmeyi kartvizite, unvana, diplomaya, sertifikaya sıkıştırmak.  Kendimizi bilmekten, varlığa faydalı olmaktan çok adımızdan söz ettirmek, unvan, itibar, makam için  öğrenmek. Leyla İpekçi öğrenmenin, bizi aslımızla sürekli irtibat [...]

ÖĞRENMEK KALPTEN KALBE GEÇİŞTİR

ABAD Blog'da Genç Bilgeler diye bir köşemiz var. Leyla İpekçi'nin iki yıl önce kaleme aldığı ama hala dün yazılmış gibi güncelliğini koruyan bu çok önemli yazı dizisinden derlenen kesitler işte [...]

ÇÜNKÜ HARFLERDE “İNSAN” SAKLIDIR

"Yazarken hep sevdiğimle beraber olmak için yazarım. Aşk duygumun tecellisi bu yüzden yazmakla zuhur eder. Yıllar içerisinde dünyaya, hayata ve insanlığa dair en dip manâları hep kalemimin ucundan sayfalarıma indirdikçe [...]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir