UZAKTAN KOMŞUMUZ ‘’İRAN’’ – 2

M. Kürşat Şahiner’le İran seyahatimiz sürüyor. Gülistan Sarayı’na düşüyor yolumuz, Şemsül İmare’den göğe bakıyoruz. Ali Kapı Sarayı’nı seyre dalıyoruz. Zayende Nehri üzerinde Kaju Köprüsü’nden hacıları Hicaz’a uğurluyoruz. İbret Müzesi’nde İran’ın modern tarihine şahit oluyoruz

İsfahan nısf-ı cihan demişler, Tebrizlilerse “Eğer’i Tebriz nebaşed” yani “Eğer Tebriz olmasaydı” diye itiraz etmişler. Biz de eğer İstanbul olmasaydı diyelim ama yine de meydanları, sarayları, camileri ve çarşıları ile İsfahan’ın güzelliklerini anlatmaktan da geri durmayalım. 

M. Kürşat Şahiner
ABAD Blog için gezdi ve anlattı.
21.11.2021

 

       Tahran’da son günüm, bundan sonra Tahran’a bir daha Türkiye’ye dönmek için kısa süreliğine uğrayacağım. Bugün yine ilk adresim İran tarihinde önemli yere sahip bir başka eser; Gülistan Sarayı. Burası şehrin güneyinde kalıyor, dolayısıyla yerel halkı daha yakından tahlil edebileceğim bir gün geçireceğim. Sarayın civarındaki sokaklardan geçerken Türkiye’den manzaraları anımsatıyor aslında çoğu mekan, pek yabancılık çekmiyorum. Esnaflar, sokak sanatçıları, oradan oraya koşturan insanlar… Ancak söylemeden edemeyeceğim ki trafik tam bir keşmekeş! Motosiklet kullanımı oldukça yaygın ve kuralsız, araçlar birbirine dokunacak kadar yakın geçiyor, yaya olarak karşıdan karşıya geçmek ciddi bir hüner istiyor. Tüm bunlara rağmen trafikte insanlar inanılmaz sakin, bu kadar karmaşık, sıkış tıkış bir ortama rağmen korna sesi neredeyse duymuyorsunuz, biri gelip aracıyla anlamsız bir şekilde yolu kesse bile kimse kimseye bağırıp çağırmıyor, herkes yol açılana kadar bekliyor. Bu noktada insanlarda ‘bizim düzenimiz böyle zaten’ dercesine bir alışmışlık seziyorum. Aslında buna benzer bir durumu restoranlarda da hissettim. Tarihi yapıların, müzelerin ihtişamına bakınca şehrin dört bir yanına sinen estetiğin gündelik yaşamdaki izlerini arıyorsunuz. Lakin bulmakta zorlanıyorsunuz. Mesela küçüğünden büyüğüne bizim restoranlarımızın hepsinde ana yemeğin konulduğu tabak çeşitli garnitürlerle süslenir. Ancak burada koca tabakta sadece sipariş verdiğiniz yemek geliyor. Kalburüstü restoranlarda durum biraz daha farklı fakat yine de bizim alıştığımız gibi değil. Buradan bir yanıyla kapitalizmin ve piyasa kültürünün henüz içselleştirilemediğini yeni bir tüketim kültürüne dönüşemediğini öte yandan insanların henüz böyle bir kültürü talep edecek bir doyuma ulaşmadığını düşünüyorsunuz. Bir şeylerin değişmesi için gayretleri, istekleri ve pek beklentileri yok gibi. Bu konuya ilişkin değerlendirmeleri sizin takdirinize bırakıyorum.

Gülistan Sarayı’nın tarihi 400 yıla dayanıyor, Safevi hanedanlığında başlanmış yapımına ancak Türk hanedanı Kaçarlar dönemiyle daha çok anılıyor. Sadabad Sarayı’na göre daha mütevazı bir alana kurulmuş, mütevazı ama asla küçük ve gösterişsiz değil tabii. Daha bahçesinden anlıyorsunuz içeride sizi eşsiz eserlerin beklediğini, çok güzel, oldukça bakımlı, bol havuzlu ve düzenli bir bahçe. Sarayın dış duvar işlemeleri rengarenk, içi açılıyor insanın. Gezmeye ana saray binası giriş katındaki resim sergisiyle başlıyorum. Kaçar hanedanlığı üyelerinin 150-200 yıllık oldukça iyi korunmuş, dönemin ünlü ressamları tarafından yapılmış orijinal resimleri var burada. Ardından hanedanlık döneminde kullanılmış ve başka devlet hükümdarları tarafından hediye edilmiş eşyaların sergilendiği geniş bir odaya geçiyorum. Genel itibariyle sade bir giriş katı olduğu için beklentim biraz düşüyor açıkçası, ama sonra devam eden kısımda tepeden tırnağa aynalı bir geçiş koridoru karşılıyor sizi. Ve sonrasında kırmızı halılı merdivenlerden çıkıp selam salonu kısmına varıyorsunuz, burası öyle heybetli ki adeta sultanın huzuruna çıkmış gibi hissediyorum kendimi. Nereye bakacağımı, nerenin fotoğrafını, videosunu çekeceğimi şaşırıyorum. Her detay ayrı güzel, zemin işlemeleri, halılar, mobilyalar, vazolar, avizeler, tek kelimeyle muhteşem. Yine aynı katta takip eden kısımlarda göz alıcı başka salonlar karşılıyor sizi. Gördükçe, gezdikçe neredeyse her adımımda şunu düşünüyorum; yanı başımızda 150 yıl bir Türkmen oymağı tarafından idare edilmiş, hüküm sürmüş kudretli bir devlet varmış ama tarihten bilgim ne kadar da azmış. Ecdadımızın izlerini bıraktığı, görmemiz gereken, en azından okuyup öğrenmemiz gereken daha nereler vardır kim bilir, bundan birinci derece sorumluyuz diye düşünüyorum.

Sarayın bahçesinde hemen ilgi çeken bir başka bina Şems-ül İmare, yani Güneş Binası. Bu adı almasının sebebi iki yüksek kuleden oluştuğu için güneşe yakınlığından dolayıymış. Şöyle de bir hikayesi var; dönemin hükümdarı bir Avrupa seyahatinde oradaki yüksek binalara hayran kalıyor ve ülkesine döndüğünde bunlar gibi binalar yapılmasını istiyor. Ancak mimarlar bu kadar yüksek binalar için yeterli teknik bilgiye ve araca sahip olmadıklarını ifade ederek aynı büyüklükte iki adet kuleyi taşıyan Şems-ül İmare’yi inşa ediyor. Zamanla o kadar ünleniyor ki Şems-ül İmare şanı Avrupa’ya ulaşıyor ve Birleşik Krallık Kraliçesi Viktorya tarafından binada kullanılması için bir saat hediye ediliyor. Saat hala iki kulenin ortasında zamanı göstermeye ve tarihe tanıklık etmeye devam ediyor. Böylece Gülistan Sarayı’ndan ayrılma vakti de geliyor. Çıkışa yönelirken aklımdan geçenler; hani deriz ya bazen ‘her şey güllük gülistanlık’ diye, işte o gülistan bu gülistan olmalı.

Tahran’daki gezimin sonlarına yaklaşırken yine bir müzeyle kapanışı yapıyorum; İbret Müzesi. Girişte Türk bir turist olduğumu öğrenen gişe görevlisi oldukça sıcak yaklaşıyor. Sözle anlaşamıyoruz ama beden dili ve mimikler yetiyor. Telefonda birileriyle görüştükten sonra beklememi ifade eden el hareketleri yapıyor ve ‘lider’ diyor. Birazdan lider geliyor, evet tahmin edeceğiniz üzere gelen bir rehber. Bu hizmet oldukça hoşuma gitti açıkçası, müzenin kendi personeli olan, İngilizce hizmet veren, sizinle birlikte müzenin en küçük noktasına kadar gelen bir rehberin olması ne iyi. Burası 50-60 yıllık eski bir hapishane aslında, çok katlı, kasvetli, derin bir yapı. Şah döneminde özellikle eski istihbarat teşkilatı SAVAK tarafından devrim yanlılarına yapılan işkencelerle anılıyor. Gerçeklik verilebilmesi adına bu işkenceler mum heykeller ile canlandırılmış. Hamaney, Rafsancani ve Ali Şeriati de burada hüküm giymiş devrim önderlerinden. İran’ın yakın tarihine dair bilgi almak istiyorsanız ziyaret edilebilecek bir yer.

Güneşi bu akşam da Tahran’da batırırken ertesi sabah yoluna düşeceğim istikamet beni inceden inceye heyecanlandırıyor; İsfahan, Yezd ve Şiraz. Bu üç başkentin içerisinde ilk durağım İsfahan oluyor. Buraya havayolu ile geliyorum. Beklemediğim şekilde İran’ın şehirlerarası seyahatte birçok havayolu şirketi var. Gayet güvenli, konforlu bir seyahatin ardından öğleden önce varıyorum İsfahan’a, beni havaalanında İranlı bir Azerbaycan Türkü olan rehberimiz Samira karşılıyor, 4 gün boyunca onun eşliğinde ilmek ilmek dokuyacağız şehirleri. İsfahan; tarihi asırlar öncesine dayanan, adını Farsça ‘ordu’ anlamına gelen ‘sepah’ kelimesinden alan ordugah bir Safevi başkenti. Ortasından Zayende nehri geçiyor ancak mevsimin kurak zamanında su barajda tutulup Yezd’e gönderildiği için bu manzarayı kaçırıyoruz. Zayende’nin iki önemli gerdanlığı var; Kaju Köprüsü ve Allahverdi Han ya da 33 Göz Köprüsü. İkisi de araç trafiğine kapalı, insanlar için bir sosyalleşme alanı olmuş. Kaju Köprüsü’nü farklı kılan şey duvar diplerine yapılmış nehir manzaralı minyatür köşkler. Zayende’nin aktığı zamanlarda o küçük odalardan nasıl bir manzaranın izlendiğini hayal edemiyorum. Bu arada Kaju ismi de ‘hacı’dan geliyor, hacca gidenleri buradan yolcu ederlermiş eskiden. Allahverdi Han Köprüsü; yaklaşık 300 metre, şehrin iki yakasını birbirine bağlayan köprülerin en uzunu. Oldukça geniş, iki katlı bir yapı. Asırlar önce köprü bir gümrük kapısı gibi çalışırmış, gelip geçen kervanlardan vergi alınırmış. Şimdiki Amadegah caddesi üzerinde toplanan ordular da yine bu köprüden geçermiş sefere çıkarken. Bahçeler içinde İsfahan, bir bahçeden ötekine geçerek yürüyoruz çoğu zaman. Havuzlar süslüyor şehrin içindeki bu küçük ormanları, şöyle ki suya çok değer veriliyor İran’da. Ülkenin kurak bir iklime sahip olmasından dolayı yerin metrelerce altından kaynak suları aranmış hep. Bu sular mahallelerde su sarnıçlarına, saray ve konaklarda yazın sıcağını hafifletmek için süs havuzlarına kadar çekilmiş. Bu nedenle birçok bölgede hala aktif olan su sarnıçlarını görmeniz mümkün.

Dünya’nın en eski otellerinden olduğu söylenen Abbasi Otel’in önünden geçerek birazdan 17.yüzyılda devletin misafir kabul sarayı olarak kullandığı 40 Sütun Sarayı’na varıyoruz. Adını ön kısımda bulunan art arda ve yan yana dizilmiş, büyük bir sundurmayı taşıyan 20 adet sütundan alıyor. Ancak bu sütunlar bahçedeki devasa havuza düşen aksları ile 40 oluyor ve saraya adını veriyor. Süs havuzlarının içlerindeki desenler ile tavan işlemeleri simetrik bir şekilde işlenmiş, kusursuz bir mimari eser. İç duvarlarda Safevi dönemine ait 6 önemli olay resmedilmiş, bunlardan birisi de Yavuz Sultan Selim ile Şah İsmail’in karşı karşıya geldiği Çaldıran Savaşı. Sarayın bahçesine ayrı bir parantez açmak gerekirse 9 küçük bahçeden oluşan zarif dokusuyla mükemmel bir İran bahçesi örneği.

Adım adım yaklaşıyoruz artık Safevi Hanedanlığı’nın başkenti İsfahan’nın incisi, İran’ın ve Güneybatı Asya’nın en geniş meydanı, dünyanın süsü Nakş-ı Cihan Meydanı’na. Daha kapısından girer girmez insana öyle bir ferahlık veriyor ki mekan, ayaklarınız yerden kesilecek kadar hafifliyorsunuz. İnanılmaz bir genişlik, kocaman havuzlar, faytonların sesi çalınıyor kulaklarınıza. Bir tarafta Şah Camii yükseliyor, diğer tarafta Ali Kapı Sarayı, karşısında Şeyh Lütfullah Camii, meydanı çevreleyen kapalıçarşısı, yaklaşık 400 yıldır bir iki dokunuş dışında hiç değişmemiş bir yapı. Ali Kapı Sarayı’na giriyoruz önce, neredeyse meydanı tam ortaladığı için geniş terasından tüm meydanı seyredebiliyorsunuz. Şah da buradan izlermiş meydanda yapılan törenleri. Karşıda da sadece Şah ve ailesinin ibadeti için minaresiz olarak yaptırılmış Şeyh Lütfullah Camii görünüyor. Sarayın girişinde pek fark edilmeyen ancak oldukça dikkat çekici bir durum var; iki taraftan açık bu bölümde çapraz duvar köşelerine gidip yüzünüz duvara karşı konuştuğunuzda diğer köşedeki kişiyle aranızda 8-10 metre mesafe olmasına rağmen yüz yüze konuşuyormuş gibi net bir şekilde onun sesini duyabiliyorsunuz, muhteşem bir akustik. Rehberimiz Samira bu kısmın bu kadar kuvvetli akustik yapılmasının nedenini Şah ve ailesinin sarayda yapılan muhabbetleri yukarıdaki odalarından duymak istemesi olarak açıklıyor.

Şah Camii ya da bir diğer adıyla İmam Camii; Ali Kapı Sarayı’ndan çıkınca sağda kalıyor, tam bir başyapıt benim gözümde. İnce ince işlenmiş, 475.000 çini kullanılmış. Hemen kapı girişindeki süslemelerde küçük bir detay var; Mimar Ali Akbar İsfahani sol tarafa bir vazo işlemesi yaparken sağ tarafta ‘kusursuz tek varlık Allah’tır’ diyerek bu motife yer vermemiş. Benzer bir hassasiyeti geçen sene ziyaret ettiğim Aksaray ilimizin Sultanhanı ilçesindeki kervansaray girişinde de görmüştüm, yine aynı düşünce ile yapının mimarı tarafından bir lale motifi eksik bırakılmıştı. Kilometrelerce ötede birbirinden farklı zamanlarda yaşamış iki üstadın ortak duygularını görmek ne hoş. İçeriye girince genişçe avlusuyla sizi karşılıyor bu yüce eser. Her noktasını tane tane inceleyerek saatlerce gezebilirsiniz, mozaikler, hat sanatları, sıkılmak ne mümkün! Caminin en önemli özelliklerinden birisi ise akustik düzeni; mihrabın bulunduğu kısımda yerde siyah küçük bir kare bulunuyor. Bu noktadan verilen ses caminin tam 29 noktasından duyulabiliyormuş. Küçük bir deney de yapıyoruz, gerçekten muazzam.

Meydanı çevreleyen kapalıçarşıya geçiyoruz buradan. Çok uzun bir çarşı, öyle ki neredeyse buradan hiç çıkmadan sıradaki durağımız Mescidi Cuma’ya varıyoruz. Burası asırları devirmiş bir Selçuklu eseri, ecdadımızdan bugünlere kadar ulaşmış, her şeye rağmen sapasağlam ayakta kalmış bir İslam mabedi. Hem İran’ın en büyük camisi hem de UNESCO Dünya Mirası listesinde. Dış girişte terazi şeklinde bir zincir asılı, orijinali çalınmış ama yerini hiç boş bırakmamışlar. Bu teraziyi andıran zincir ‘her insan Allah’ın karşısında eşittir’ mesajını veriyormuş. Avluya girince eyvan tarzında, birbirini selamlayan dört kapıyı, ortadaki havuzu ve kuzey güney yönlerinde konuşlanmış iki kubbeyi görüyoruz. Birini Nizam-ül Mülk, diğerini Tacülmülk inşa etmiş. Caminin bir kısmında farklı dönemlerde başka devletler tarafından hediye edilmiş 300-400 yıllık 3 tane ahşap minber bulunuyor. Bir rivayete göre İsfahan halkı bunların birinde Mehdi’nin oturduğunu görmüş.

Güneş kaybolmaya yüz tutmuşken ışıklar içerisinde de güzelliğinden oldukça söz edilen Nakş-ı Cihan Meydanı’na son bir kez daha uğruyoruz. Kim bilir hangi sanat ustalarının, bilim insanlarının adımlarından izler var burada. İlmin merkezi olmuş İsfahan için nısf-ı cihan derler imiş işte bu yüzden, dünyanın yarısı yani. Bir şehre sığar mı hiç dünyanın yarısı, sığmış vesselam.

Diğer Yazıları

YERYÜZÜNDE YALINAYAK

İçten dışa, dıştan içe; seferlerimiz... Yeni yılın ilk yazısı Leyla İpekçi'nin kaleminden. Dünya, bütün hikayemiz burada, yol arkadaşlığımız. Çıkıp gidemeyeceğimiz içimiz dışımız. Kimine cife, zindan, cehennem. Kimine cennet. Kimine ateş [...]

BENLİK KİBRİ; ÖĞRENMENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL

Ben bilirim egosu. Bilmeyi kartvizite, unvana, diplomaya, sertifikaya sıkıştırmak.  Kendimizi bilmekten, varlığa faydalı olmaktan çok adımızdan söz ettirmek, unvan, itibar, makam için  öğrenmek. Leyla İpekçi öğrenmenin, bizi aslımızla sürekli irtibat [...]

ÖĞRENMEK KALPTEN KALBE GEÇİŞTİR

ABAD Blog'da Genç Bilgeler diye bir köşemiz var. Leyla İpekçi'nin iki yıl önce kaleme aldığı ama hala dün yazılmış gibi güncelliğini koruyan bu çok önemli yazı dizisinden derlenen kesitler işte [...]

ÇÜNKÜ HARFLERDE “İNSAN” SAKLIDIR

"Yazarken hep sevdiğimle beraber olmak için yazarım. Aşk duygumun tecellisi bu yüzden yazmakla zuhur eder. Yıllar içerisinde dünyaya, hayata ve insanlığa dair en dip manâları hep kalemimin ucundan sayfalarıma indirdikçe [...]

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir