Zevk-i tîğinden aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırahur rahneler dîvâra su
Her şeyin, mevcudiyetiyle yanında getirdiği birtakım mefhumlar vardır. Gül varsa diken de vardır, yağmur varsa bulut da vardır, güneş varsa yakacaktır mesela. Bazı duygular için de geçerli bu. Tabiat insana ayna oluyor adeta. Tıpkı bulutlu göğün yağmur yağdırması gibi, aşkı olan sineye de hasret yağıyor. Bir şarkıda geçen o cümlenin dediği gibi:
“Aşk bir yolcu belki, yoldaşı keder.”
Bazen insanı daraltan, bazen dönüştüren, açan, yüreğini kabartan bir acayip hal hasret. Tıpkı aşk gibi, o da saplandığı bir odağın etrafını tavaf ediyor sürekli. Hasret duyan insan, o odağın çevresini döne döne yaklaşmaya çalışıyor merkezine. Odaktan uzaklaştıkça andan da uzaklaşıyor. Zamana mahkum oluyor. İnsanın aslı kendi odağı, bu yüzden hep o odağa hasret duyuyor insan. Kadim şairlere binlerce beyit yazdıran, gül benizler sarartan, kûy-ı yâre, uzayıp giden yollara baktıran, yâr olup yâr olduran aşkın yoldaşı hasret. O hasret, aslının, odağının mizacına girmeye itiyor insanı. Ancak o mizaçta, aşkta kaybolunca kurtulacak içine sokulduğu türlü mefhumlardan.
İçmek ister bülbülün kanın meğer bir reng ile
Gül budağının mîzâcına gire kurtara su
***
Belki bir şehirden izler insan hasretini. Hasretin gözleri İstanbul oluverir. Hasret duyan İstanbul oluverir. O şehrin en betonarme, en kesif semtlerinden, en sıcak, en muhayyel, en latif semtlerine doğru yürütür, dönüştürür insanı hasret. Şişli’deyken neredeyse hiç yontulmamış, uğraşılmamış bir beton gibidir insanın içi. Harbiye’ye, Taksim’e doğru inince önce mimarisi güzelleşmeye başlar, Pera’da letafet doruk noktasını bulur, Galata’ya gelince kulenin en tepesinden Haliç gösterir yüzünü, suları dünyanın en güzel, en mavi, en yaldızlı boğazına akar Haliç’in. Haliç’in suları, İstanbul boğazına karışıp yok olur orada. İçinin İstanbul’unu adım adım hasretin itici gücüyle yürüyüp, sanki bir şehrin boğazına akmak, oradan denizlere, sonra da okyanusun mizacına karışmak, okyanus olmak için gelmiştir insan bu hasretler dünyasına. Artık İstanbul’u sevmek, İstanbul’un içindeki tek bir sembolü bile sevmek, boğazı, okyanusu sevmek gibi bir şey olmuştur. Galata Kulesi’ni seven de İstanbul’u seviyor demektir. Galata Kulesi İstanbul’dan ayrı mıdır? Hasretin, aşkın süveydası olamaz mı asırlardır durduğu tepeden Kız Kulesi’yle bakışan Galata?
Avniyâ kılma güman kim sana râm ola nigâr
Sen Sitanbul şâhısın ol da Kâlâta şâhıdur
***
Neden bu kadar harekete geçirici, hararet verici bir mefhumdur hasret? Küçücük bir çocukken sorduğumuz o “Ben bu dünyaya niye geldim?” sorusunun cevabını fısıldadığı için belki de insanın kulağına. Hasretin kıvılcımlarını, aşkın başlangıç noktasını, süveydayı ilk hissetmeye başladığı zaman oturduğu her dakika vakit kaybı oluverir artık insan için. O boş geçirdiği, geçmek bilmeyen dakikalardan odağa doğru, âna doğru, içinin İstanbul’unun sularına doğru akmak ister. Yârsız geçen hangi dakikanın hakkı verilmiştir ki? Gözyaşı damlaları aşığın yanağında yâri için çizmiyorsa tuzdan patikaları, boşa akmıştır işte. Her dakika yâre gel diyerek, her saniye ona bir adım daha atarak geçiyorsa hasretin itici gücü girivermiştir devreye. Hasret Mecnun’ları Leyla’ya doğru sürükler.. Leyla’dan Mevla’ya doğru.
Gel, gel ki cümle savm u salâtın kazası var
Sensiz geçen zaman u hayatın kazası yok
Andeliban tek bir gül için öter, Ferhad Şirin’e meftun Mecnun Leyla’ya. O adı dilden dile gezinen, âşıkların aşık attığı Mecnun da bulmadı mı Leyla’nın sırrını hasret ile çöllerde bir başına. Önce Leyla’ya oldu Mecnun, sonra Mecnun’daki Leyla’ya Mecnun, sonra Leyla’daki Mevla’ya Mecnun. Sonra da ne Leyla ne Mecnun…
Bir cevap yazın