Herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olabilir, bunun tadını çıkarmalı. Zamanımızın mottosu “yapabilirsin”, ama her ne pahasına olursa olsun. Görünmenin, üstte kalmanın, önde olmanın, kazanmanın bu denli kutsandığı bir zamanda kibir ve ucub kokan davranışlar kimsenin gözüne batmayabilir. Psikiyatrist Dr. Zülküf Perdeci sürekli özgüven aşılanan hormonlu bireylerin dünyasına geleneğin içinden bakıyor. Gerçeklikle bağını koparmış bir özgüvenin grandiyöz hezeyan ve narsizme varıp ağır mağlubiyetler ve hayal kırıklıklarının ardından büyük yıkımlar ve depresyonlar doğurmadan önce ele alınması gerektiğini yeteneklerini sağlıklı bir gözlem ve çaba içinde geliştiren yaratıcı çocuklar ve gençler yetiştirmenin bir gereği olarak üzerinde durulmaya değer olduğunu söylüyor. Her biri birer nasihatname ve ahlak metni olarak insan bilimleri için bereketli birer kaynak olabilecek menakıpları bir psikiyatr gözüyle ele alıyor. Dikkatle okunması gereken bir yazı.
Günümüzde tüm dünyada ebeveynler arasında özgüveni yüksek çocuk yetiştirmek bir yarış haline gelmiştir. Okulda, evde, toplumun bütün katmanlarında, klasik ve sosyal medyada yüksek özgüvenli insan olmak bir değer olarak kontrolsüz bir şekilde teşvik edilmektedir. Özgüvenli insan olmak bir bakış açısı ile zararsız gibi görülebilir. Bununla birlikte insanların, özgüvenleri ve narsisizmi arttığı ölçüde gerçekçi olmayan beklentilere sürüklenmeleri kaçınılmazdır. Ancak gerçekçi olmayan beklentilerin kaçınılmaz sonucu olarak da kişide depresyon ve öfke meydana gelebilmektedir. Bu nedenle son zamanlarda önemli olan gereğinden fazla özgüven yüklenmiş bireyler yetiştirmekten ziyade öz denetim yapmayı öğrenmiş insan yetiştirilmesi olduğu daha çok vurgulanmaya başlanmıştır.
Amerika’da yapılan uzun dönemli sosyal araştırmalarda gereğinden fazla özgüven yüklenerek yetiştirilen gençlerin toplum tarafından şımarık, küstah, bencil ve kibirli (narsist) olarak algılandığı ortaya konulmuştur.
Tarih boyunca bütün semavi dinlerde ve kültürlerde “ucub ve kibir” kınanmış, bu tür rahatsız edici düşünce ve davranışları ortadan kaldırmak için çok farklı yaklaşımlar denenmiştir. Bu konuda irfani kültürümüzde yer alan menakıp ve nutku şerifler dikkatli bir gözle incelendiğinde evrensel mesajlar içeren bir muhtevada oldukları görülmektedir. Ucub ve kibir sahibi insanların bu özelliklerinden kurtulabilmesi için kültürümüzde yapılan uygulamalar özellikle menakıplarda öyküleştirilerek mesajlara dönüştürülmüştür. Bu metot yüzyıllarca denenmiş, test edilmiş, insani tekâmülde çok işe yaradığı ortaya konulmuştur. Sahip olduğumuz bu hazinenin sistematik bir planlama ile psikolojik ve sosyolojik olarak toplumumuzu daha kapsayıcı hale getirmesi de mümkündür. Bu ayrıca diğer ülkelerden transfer edilen bir metot olmadığı için kültürel kodlarımıza uygundur. Bununla birlikte menakıplarda uygulanan yöntemlerin ayrıntılı değerlendirilmeler yapılarak güncellenmesi gerekmektedir.
Aşırı özgüven ile ucub arasında ve ucub ile de kibir arasında ince bir çizgi vardır. Aynı şekilde kibir ile grandiyöz(büyüklük) hezeyanı arasında da ki çizgi de oldukça incedir. Aşırı özgüven, ucub ve kibir, tevazu ile dengelenmez ise bu kulvarda yürümeye başlayan bir kişinin realiteden koparak düşüncelerini hezeyana dönüştürmesi işten bile değildir.
Aşağıda irfani kültürümüzde yer alan üç menakıb içindeki kibir ve ucub temaları incelenmiş ve ayrıca Yunus Emre hazretlerine ait Risalet-ün Nushiye adlı eserin kibir ile ilgili bölümü konumuz bağlamında ele alınmıştır.
Yunus, Tapduk Emre dergâhında kırk yıla yakın kusursuz hizmet etmesine rağmen kendisinde bir gelişme olmadığı fikrine kapılarak bu duruma üzülmeye başlamıştı. Oysa Tapduk Emre hem Yunus ile hem de Yunus’un nefsi ile de mücadele etmekteydi. Eğitime aldığı talebelerine tekâmülünü göstermenin onlarda böbürlenme, gurura kapılma, kibirlenme gibi nefsin ayak kaydırıcı hallerine sebep olabildiğini Tapduk Emre elbette çok iyi biliyordu. Bu nedenle Tapduk Emre saman altından su yürütmek değil, su altından saman yüzdürmek kadar zor bir işi icra edebilecek yeteneğe sahipti. Erenler gerektiğinde cemal yüzünü gerektiğinde celal yüzünü göstermekten de hiç çekinmezdi. Tapduk Emre de son zamanlarda Yunus’ta içten baskı yapıp su yüzüne çıkmaya çalışan ucub veya kibri görünce onu sert bir dille azarlama ihtiyacı hissetmişti. Yıllar içinde Kelime-i tevhitle sulanan Yunus’un tarlasında meyveler, sebzeler, yemişler, güller ve çiçeklerin yanı sıra elbette yaban otları ve dikenler de güçlü bir şekilde yeşeriyordu. Fakat Yunus o mertebede gönül tarlasında meydana gelen zirai faaliyetlerden bihaberdi. Yunus’un tarlasında filizlenen ayrık otlar ve dikenler daha da çok güçlenmeden, türabın babası olan bahçıvan tarafından sert bir şekilde çapalanması gerekiyordu. Çapa gerektiğinde tarlasını çapalamak için bahçıvanı kimse engelleyemezdi. Hem bahçıvan büyük emekle tarlasına ektiği tohumların dikenler tarafından engellenmesine, mahsulün azalmasına izin veremezdi. Yunus bu olayı basit bir sebepten sert bir üslupla azar işitmek olarak algılıyordu. Fakat hakikatte durum farklıydı. Bu son olay Yunus’un dünyasında dalgalanmalar meydana getirmişti. Bu belki de onu kaçınılmaz bir sona doğru sürüklüyordu. Yunus bunca yıllık dervişlik sürecine rağmen nefsine yenik düşmüştü. Elbette bu Yunus’un aczi değil, nefsin ne kadar güçlü olduğunun göstergesiydi. İşittiği son azardan sonra Yunus: “Yıllardır dergâha hizmet ederim, Efendim beni anlamıyor, benim kıymetimi bilmiyor” gibi bir düşünceye kapılmıştı. Hâlbuki o, Allah’a vasıl olabilmek için bu dergâha baş koymuş; yıllarca şevkle hizmet etmişti. Ancak hizmetle dopdolu bir şekilde feda ettiği bunca yıla rağmen kendisindeki olgunluğun farkında değildi. Batından kendisine bir kapı açılmadığını düşünen Yunus, sanki bu dergâhta eli boş bir vaziyette olduğu fikrine kapılmıştı. Bu düşünce iklimi içinde çaresiz kalan Yunus, durumunu ölçtü biçti ve dergâhtan ayrılıp kendisini kemâle erdirecek bir başka kapı aramaya karar verdi. Kimseye haber vermeden, destur almadan dergâhtan ayrılıp yollara düştü. Yolda kendisi gibi kâmil bir kapı arayan iki kişiyle dost olup birlikte dolaşmaya başladılar. Beraberliklerinin ikinci günü dinlenmek için bir mağaraya sığındılar. Yanlarında yiyecek aşları yoktu. Arkadaşlarından biri dua etti ve kendilerine bir sofra ikram edildi. Yiyip içip şükrettiler. Yunus bu hali görünce çok şaşırdı. Sonra:
“Bunlar, bir kapıya hizmet etmeden bu kemâle erdikleri hâlde ben onca yıldır yaptığım hizmetimden bir şey elde edemedim. İyi ki o dergâhtan ayrılmışım!” diye düşündü.
Ertesi gün yine acıktıklarında ikinci derviş dua etti. Tekrar bir sofra ikram edildi. Yiyip içip şükrettiler ve yollarına devam ettiler.
Nihâyet bir sonraki gün yemek için dua sırası Yunus’a geldi. Her iki derviş de:
“–Haydi, derviş kardeş! Sıra sende, yemek için bir dua buyur!” dediler.
Yunus, telâşlandı:
–Yarenler! Benim duamla böyle bir şey olmaz! Ne olur beni bu işte mazur görün! Benim mertebem çok aşağılardadır. Öyle sizin gibi Hak katından sofra ikram edilecek bir kimse değilim ben, dedi.
Dervişler itiraz etti:
-Olmaz derviş kardeş! Usulümüzü bozamayız, haydi dua buyur!” dediler.
Ne söylese derviş arkadaşlarını ikna edemeyeceğini anlayan dertli Yunus, çaresiz bir şekilde ellerini yüce dergâha kaldırdı:
“Ya Rabbi! Bu âciz miskin Yunus kuluna şu dervişlere gönderdiğin sofradan ikram ettin. Şimdi o sofra için dua ve iltica sırası bana geldi. Sen benim günahlarıma bakmayıp lütfunla muamele buyur, beni mahcup eyleme! Allah’ım! Onlar kimin hürmetine sana dua edip lütfuna nail oldularsa ben de o has kulun hürmetine sana niyaz eyliyorum!” diye içli içli yalvardı.
Ellerini henüz yüzüne sürmüştü ki, kendilerine gayet müzeyyen dört kişilik büyük bir sofra ikram edildi. Hem Yunus şaşırdı hem de arkadaşları. Sordular:
–Hey derviş kardeş! Hani sen dua bilmezdin! Söyle bakalım; nasıl bir dua ettin ki Cenab-ı Allah böylesine bir ikram gönderdi?
Şaşkın ve dertli Yunus şahit olduğu sır karşısında donakaldı. Hiçbir şey söyleyemedi. Bu hâl kendisine bir muamma oldu. Bu manevi sırrı henüz çözemediği için önce arkadaşlarından izah istedi:
–Evvelâ siz söyleyin yarenler! Sizler nasıl dua ettiniz, dedi.
Onlar da:
“Derviş kardeş! Bizler, Tapduk Emre Hazretlerinin kapısında kırk yıldır dillere destan bir şekilde sadakat ve ihlâsla hizmet eyleyen Derviş Yunus’un yüzü suyu hürmetine dua ve niyaz eyledik.” dediler
Bu gerçeği duyan Yunus, manevi bir şokla irkilerek gönlünün derinliklerinden kopan bir “Eyvah!” feryadı ile yerinden fırladı. Önündeki sofradan tek bir lokma bile almadan diğer iki dervişe veda ederek onların hayret nazarları arasında gerisin geriye döndü.
Yunus, şeyhinin hanesine varıp kapıyı tıklattı. Hazret-i Tapduk’un hanımı çıktı. Yunus’u karşısında gören Ana bacı, ona:
–Evlâdım! Niçin böyle yaptın? Hocanı incittin, dedi.
Sonra da Yunus’un nedametle ıslanmış gözlerine ve boynu bükük hâline bakarak:
“Oğlum! Tapduk Hazretleri birazdan sabah namazı için dışarı çıkacaklar. Bu eşikte yere yatarak bekle! Ayağı sana takılınca bu kimdir, diye sorar. Ben de Yunus Efendim, derim. Şayet hangi Yunus, derse; anla ki seni gönlünden çıkarmıştır. O zaman durmayıp bu diyardan gidersin. Eğer bizim Yunus mu, derse; ayaklarına kapanarak af dilersin.” dedi.
Dertli Yunus, bütün ruhunu saran bir nedametle yüzünü toprağa sürerek, başını eşiğe koydu. Beklemeye başladı. Birazdan Tapduk Emre Hazretleri kapıda göründü. Zahirî gözleri âmâ, kalbi ise güneş gibi nurluydu. Ayağı Yunus’un başına değince:
“Bu kimdir?” diye sordu.
Hanımı:
“Yunus!” dedi
Bir an sükût eyleyen Hazret-i Tapduk, önünde yüzünü toprağa sürerek tedirgin bir vaziyette gözyaşı döken Yunus’un hâlini kalben temaşa ederek yumuşadı. Yıllarca emek verdiği talebesi ucub ve kibrin gönlünde ele geçirmiş olduğu en son mahzenin kapısını da açmış ve onu toprak ile yüzleştirerek etkisiz hale getirmişti.
Bunun üzerine Hazret-i Tapduk, eşikte yüzükoyun yere yatmış olan talebesinin yüreğindeki taşıdığı pişmanlık ve üzüntüyü fark etti. Ucbunu da tevazu ile alt ettiğini görünce onu affetmeye karar verdi ve manidar bir şekilde:“Bizim Yunus mu?” diye sordu. Bu cümle ile affedildiğini anlayan Yunus tarif edilmez bir mutluluk sahibi olmuştu. Ardından Hazreti Tapduk:
“Yunus evlâdım! Bir meyvenin olgunlaştığını kendisi bilemez. Onu ancak bahçıvan bilir. Bir talebenin kemâlini de en iyi hocası bilir. Talebenin gayretlerine devam etmesi ve kendisinde bir varlık hissetmemesi için belli bir mertebeye kadar ondan hakikat gizlenebilir. Aynı zamanda talebenin gönlünde ayrık otlarda büyürse o otlarda çapalanarak sökülüp atılır. Ancak bu şekilde o kişi daha üst mertebelere getirilebilir!” dedi.
…………………………
Kadı Mahmud, Bursa kadısı olarak görev yaparken bakmış olduğu bir davada inanılması mümkün olmayan bir olaya şahit olmuştu. Bu hadise, Kadı Mahmud Efendi’nin günlerce aklından çıkmamış ve bu durumdan çok etkilenmişti. İşte bu olay Kadı Mahmud’un düğümünün çözüldüğü noktaydı. Kadı nihayetinde kerametine şahit olduğu Eskici Mehmed Dede’nin yanına gidip; “Beni talebeliğe kabul buyurur musunuz.” dedi. O da “Nasibiniz bizde değil Üftade’dedir. Onun huzuruna giderek müracaatınızı ona bildirin.” dedi. Bunun üzerine Kadı Mahmut evine gitti. Hizmetçisine atının hazırlanmasını emretti. Kendisi de sırmalı kaftanını ve sarığını giyerek bütün heybeti ile hazırlanan atına bindi. Yanına seyisini de alıp Üftade Hazretlerinin dergâhına gitmek üzere yola çıktı. Bugünkü Molla Fenari Camii’nin doğu tarafındaki sokağa geldiğinde, atının ayaklarının bileklerine kadar kayalara saplandığını gördü. Bütün uğraşmalarına rağmen atını bir adım bile ileri süremedi. Çaresiz atından indi. Sırmalı kaftanıyla Üftade Dergahı’na doğru yürüdü. Kadı, dergâha vardığında bahçede yamalı elbiseli bahçeyi çapalayan bir zat gördü. Ona hitaben, “Ben Bursa Kadısı Mahmud’um. Şeyh Üftade’yi görmek istiyorum. Çabuk geldiğimi haber ver.” dedi. Kadı Mahmud’un hizmetçi zannettiği Şeyh Üftade hazretleri, olduğu yerde durdu ve söylenenleri dinledi. Sonunda hafifçe doğrularak:
“Ey Kadı Efendi! Herhalde yanlış yere geldiniz. Burası yokluk kapısıdır ve biz de bu kapının kuluyuz. Hâlbuki sen varlık sahibisin. Bu halde ikimizin bir araya gelmesi pek de mümkün görünmüyor. Senin ilmin, malın, mülkün, şanın ve mamur bir dünyan var. Bizim gibi fakir kulların Allah’tan başka kimsesi yoktur. Atın bile bizim fakirhaneye gelmek istemeyip de ayakları kayalıklara saplanmadı mı?” diye buyurdu. Bu sözler ve sonradan farkına vardığı hatalı düşünce ve davranışları, Kadı Mahmud Efendi’ye çok tesir etmişti. Bütün azametiyle kibirli dünyası başına yıkılmıştı. Bu moloz yıkıntısı altından ayağa kalkabilmek bile çok zordu.
Gözlerinden iki sıra yaş dökülür halde, “Efendim! Bütün varlığımı mübarek kapınızın eşiğinde terk etmeye hazırım. Tek dileğim talebeniz olabilmek ve hizmetinizi görmekle şereflenmektir. Her ne emrederseniz kabul ederim” dedi. Gönülden gelen bu samimi ifade üzerine Üftade hazretleri tane tane buyurdu ki: “Ey Bursa kadısı! Kadılığı bırakacak bu sırmalı kaftanınla Bursa sokaklarında ciğer satacaksın. Her gün de dergâha üç ciğer getireceksin!” dedi. Her şeyi bırakacağına, her emri yerine getireceğine söz veren Mahmud Efendi derhal kadılığı bırakıp, ciğer satmaya başladı. Sırtında sırmalı kaftanı olduğu halde ciğerleri, Bursa sokaklarında “Ciğerci, Ciğerciii!” diye bağırarak satıyordu.
Üftade hazretleri daha sonra, yeni talebesinin nefsindeki kibrini iyice kırmak ve terbiye etmek için onu dergâhta helâ temizleme işi ile vazifelendirdi. Derviş Mahmud bir gün abdesthaneleri yıkarken kulağına davul-zurna sesleri geldi. Şöyle bir kulak kabarttığında kendi yerine tayin olunan yeni Kadı’nın geldiğini ve halkın onu karşılamaya çıktığını öğrendi. Bir anlık gaflet ile kendi kendine: “Yeni kadı geliyor ha! Biçare Mahmud, sen böyle gül gibi bir mesleği bıraktın. Şimdi abdesthanede temizlik yapıyorsun” diyerek nefsinin aldatmasına yakalandı. Ancak daha bu düşünceler aklından geçer geçmez derhal toparlandı ve “Mahmud! Sen şeyhine nefsini ayaklar altına alacağına dair söz verdin” diyerek derhal tövbe etti. Sonra da nefsini daha fazla tahkir edebilmek için elindeki süpürgeyi atarak, tuvaletin toprağı ve taşlarına yüzünü sürüp, tuvaleti sakalıyla temizlemeye karar verdi. Tam da sakalıyla tuvaleti temizleyeceği sırada, şeyhi Üftade hazretleri kapıda göründü ve “Mahmud, evladım! Sakal mübarek bir şeydir. Onunla böyle bir iş yapılmaz. Maksat sana bu nefs mertebesini atlatmaktı.” Buyurarak Hüdai’yi alıp içeri dergâha götürdü.
……………………………….
Akşemseddîn gönlüne aşk ateşi düştükten sonra bir arayışa girmişti. Ondaki bu hâlleri görenler ve bilenler kendisine zamanın büyük velîsi Hacı Bayram Hazretleri’ne gitmesini tavsiye ettiler. Bunun üzerine Akşemseddîn müderrislik görevini bırakarak Ankara’ya geldi. Rastladığı bir kimseye Hacı Bayram-ı Velî’yi nerede bulabileceğini sordu. O da karşı sokakta yanında iki dervişiyle gezen bir zatı göstererek:
“İşte şu sokağın karşısında gördüğün, dükkân dükkân gezerek para toplayan kişi Hacı Bayram’dır.” dedi. Normalde kesinlikle saillik yaptığı görülmemiş olan Hacı Bayramı Veli de sevdiği kıza ulaşamayan bir genç aşık için çeyiz yapmak üzere para toplamaya çıkmıştı. Gönlü zahiri de olsa bir aşk ateşi ile yanan bu gence, verilecek para ellerinde olmadığı için bu şekilde para toplama yoluna gidilmişti. Hacı Bayram Veli’nin yakın çevresinde bulunan insanları dahi şaşırtan bu yola başvurmasının nasıl bir hikmeti olduğunu kimse anlayamamıştı. Bu zahiren çeyiz için para toplama davranışı gibi gözükse de aslında Akşemseddîn’e kurulmuş sınav olduğu daha sonra anlaşılacaktı. Büyük oyun kurucu bir taşla birkaç kuş vurmak için senaryoyu hazırlamış oyunu sahnelemeye başlamıştı.
Sokağın karşısındaki sahneyi gören Akşemseddîn’in yüzü buruştu, kalbi sıkıntıyla doldu. Çünkü kendi bilgisine göre Mürşid-i Hakiki olan biri saillik yapamazdı. Dünyevi bir meta olan parayı elde etmek için uğraşıyorsa bu insan bir Mürşid-i hakiki olamazdı. “Demek meşhur Hacı Bayram-ı Velî dükkân dükkân gezip para topluyor, buralara kadar kendimi boşuna yormuşum” diyerek arkasını dönüp oradan uzaklaştı. Zahiri ilimlerde müderris olan Akşemseddîn’e bilgisi perde olmuş ve kendi ilmine güvenerek, önyargılı bir düşünceye kapılmıştı. Hacı Bayramı Veli’nin davranışının aslını bilmeden onu yadırgamış ve kınamıştı. Bunu takiben o dönemde meşhur Velî Zeynüddîn-i Hâfî Hazretleri’ne talebe olmak gayesiyle Halep’e doğru yola çıktı. Günlerce yol alan Akşemseddîn Halep’e bir konak mesafede bir hana geldi. Gece dehşetli bir rüya görmüştü. Sabah elleri yüzünde korku ve şaşkınlık içinde uyandığında hâlâ bu rüyanın etkisi altındaydı. Sabah namazını edâ eden Akşemseddîn, Halep yerine tekrar Ankara istikâmetine döndü. Oysa Halep’e bir saat kalmıştı. Onu geri döndüren Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri ile ilgili bir rüya idi.
Rüyasında Akşemseddîn’in boynuna takılan bir zincir Hacı Bayram’ın elindeydi. Akşemseddîn Halep’e gitmek istedikçe Hacı Bayram zinciri ters istikamete çekiyordu. Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı. Rüya tabir gerektirmeyecek kadar açıktı. Akşemseddîn hızla Hacı Bayram-ı Velî’ye giderken “Ne yaptım ben!” diyerek kendi kendine söyleniyordu. Ankara’ya gelip Hacı Bayram-ı Velî’nin dergâhına ulaşınca onun dervişleriyle tarlada çalıştığını öğrendi. Hemen oraya koştu fakat Hacı Bayram-ı Velî ona hiç iltifat etmedi. Müderris Akşemseddîn üç dört gün diğer dervişlerle birlikte tarlada çalıştı. Kendisine yemek verilmemesine rağmen tarlada çalışmaya devam etti. Son gün yemek vakti gelince Hacı Bayram-ı Velî yine Akşemseddîn’in yüzüne bakmadı. Hazırlanan yemeği talebelerine taksim etti, artığını da köpeklerin çanağına döktürdü. Akşemseddîn yüzünü toprağa sürüp nefsine “Sen buna lâyıksın!” diyerek köpeklerin çanağına dökülen yemekten yemeye başladı. Hacı Bayram-ı Velî onun bu tevazuuna dayanamayarak, “Gel Köse gel, Kalbimizin buzunu erittin. Gönlümüze girdin, gel yanıma!” diyerek onun da gönlünü alıp sofrasına oturttu. Sonra nükte yapıp:
“Ucub ile bize arkasını dönüp terk edeni, boynuna zincir takarak geri getirip bu şekilde ağırlarlar.” diyerek, Akşemseddîn’i dergahına kabul etti.
Bu üç kıssada da irfani kültürümüzde nefsin insanı ucub ve kibre sürüklediğinde uyguladıkları yöntem çok net olarak ortaya konulmuştur. Kibrin ateşi tevazuunun toprağı ile söndürülmüştür. Yani anasır-ı erbaa teorisine göre birçok kötülük gibi ucub ve kibir de ateş elementine ait özellikler taşımaktadır. Bu nedenle karşısına çıkan her şeyi yakıp kül edebilmektedir. Bu şekilde fiziksel olarak yangına sebep olma potansiyeli olan unsurlar, toprak elementinden geldiği düşünülen tevazu ile nötralize edilmektedir.
Bu menakıpların yanı sıra kibir ve kibre karşı yapılması gerekenlerin en iyi ele alındığı kaynakların başında Yunus Emre’nin Risalet-ün Nushiye’si gelmektedir. Bu kitapta insanın bütün kötü huy ve özellikleri ve onlara karşı uygulanması gerekenler, Yunus Emre tarafından renkli ve tarihi bir mizansen olarak mısralara dökülmüştür.
Yunus Emre’nin Risalet-ün Nushiyesi’nde (Yolcuya Öğütler kitabında) kibirli kişilerin farklı özelliklerinden de bahseder. En son 2020 yılında Yazar Mustafa Tatcı tarafından şerh edilerek “Yunus Emre’den Yolcuya Öğütler” adıyla yayınlanan bu kaynak kitap psikiyatri ve psikoloji alanında referans alınacak niteliktedir.
Bu kitapta kibir destanı olarak anlatılan bölümde anlatılanlara göre kibirli kişi erenlere varamaz, içsel yolculukta özünü göremez. Bunlar en büyük zararı farkına varmadan kendilerine vermektedirler. Kibirli insanların makamlarının cehennemde bir vâdi olan Siccin olduğu söylenir. Bir ömrü kibirle yele verip yazık etmemelidir. Kişiyi kibirden kurtaracak olan vâsıta “akıl”dır. Yunus, yüksekten bakanlara “Yürü imdi meded iste akıldan” diye öğütte bulunup onları alçak gönüllü olmaya çağırır. Kibir, eninde sonunda tevâzu (yer alçağı) tarafından yere indirilecektir. Yer alçağı, yani tevâzu askeri, kılıcını çekip kibir harâmîsinin üzerine gelir:
Kılıç tartıp gelir yer alçağından
Kibir gördü anı kaçar dağından
(Tevâzu, kılıcını çekip yer alçağından (ova tarafından) gelir. Kibir onu görünce dağından, bulunduğu yüksek yerden kaçar.)
Sözün özü tevazu gelince kibir yok olur.
Yunus, kibir ve tevâzuyu ele aldığı bu bölümde başka sembollere de başvurur. Su, alçaktan aktığı için Yunus’un “aşaklık” dediği tevâzuyu temsil eder. Saflığın ve hayatın timsâli olan su, yücelerden alçaklara akar gelir. Başka kaynaklarla birleşerek ırmak olur ve denize ulaşır. Deniz ilâhî rahmet ve birliğin, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuzluğunun remzidir. Rahmet ve birlik denizine ulaşmak için tevâzu pınarlarının kaynayıp coşması, irkilip akması gerekir. Kibir konusu, alçak gönüllülük sıfatının kibri mağlup etmesiyle son bulur. Alçak (mütevazı) kişinin makamı “aşk yeri”dir:
Yunus alçaklığı yavlak beğendin
Anın için bu aşk yerine kondun
(Yunus! Tevâzuyu pek beğendin, bu sebeple aşk makamına geldin.)
Gelinen aşk makamı da “herkesin kana kana su içtiği bir çeşmeye” benzetilmiştir.
……………..
Sonuç olarak yaşanmış gerçek birer hayat öyküsü olarak anlatılan menakıplarda ve Yunus Emre’nin Risalet-ün Nushiyesi’nde ortak paydada buluştuğu dikkati çekmektedir. İrfani kültürümüzde ucub ve kibrin en küçük nüvesine bile tahammül edilmeden üzerine gidildiği görülmektedir. Bu tür kötü huy ve davranışların, gönülden sökülüp atılması ve nefsin kontrol altına alınması için tevazu etkili bir şekilde kullanılmıştır. Bir nevi bu kötü huylar bir hastalık gibi görülmüş ve reçetesinde de tevazu uygulanmıştır.
Günümüzde dünyada ve ülkemizde kibir ve ucub bir hastalık olarak görülmemektedir. Hiçbir insan bende kibir ve ucub problemi var diye psikiyatri polikliniklerine başvurmamaktadır. Sadece narsistik kişilik bozuklukları olan insanlar nadiren psikiyatrik destek arayışına girebilirler. Bu da sıklıkla gerçekçi olmayan beklentilerin kaçınılmaz sonucu olarak yaşadıkları depresyon ve öfke nedeni ile olabilmektedir.
Bunun yanı sıra son otuz, kırk yıldır dünyanın çoğu ülkesinde özgüveni yüksek çocuk ve insan yetiştirme kavramı çok üst boyutlarda her platformda işlenmeye başlanmıştır. İnsanların başarılı olabilmesinin tek yolu özgüvenli bir olmaktan geçtiği yanlış inanışı yaygın bir görüş haline getirilmiştir. Oysa başarılı bir insan olmanın en temel iki unsurunun yetenek ve çok çalışma olduğu göz ardı edilmektedir. Bu iki unsur olmadan sadece özgüven ile başarılı bir insan olacağına inanan milyonlarca insan vardır. Sadece özgüveni artırılarak başarılı bir insan olunmayacağı gerçeği toplumun algısından uzak tutulmaktadır. Bugünlerde dünyada özgüven artırma ve kişisel gelişim için milyar dolarlarca harcama yapıldığı gerçeği de unutulmamalıdır. Bu kadar güçlü sermaye desteği olan bir sektör haliyle bütün sosyal ve görsel medya kanallarında etkili reklamlarla insanların aklını çelebilmektedir.
Batı kültüründen dünyaya yayılan tabiri caiz ise “özgüven aşısı” yapılarak ortaya çıkan ve şişirilmiş egoları olan hormonlu insan modeli bizim irfani kültürümüzle uyumlu değildir. Bizim kültürümüzde kişiye yaptığı işi en iyi şekilde öğrenmesi ve yapması salık verilir iken kesinlikle “ben bu işi çok bilirim ve çok iyi yaparım” demesi de hoş karşılanmamıştır. Aksine benlik gelmesin diye “Ben bilmem” zikri çektirilerek nefsinin palazlanmasına izin verilmemiştir. Dolayısıyla batıdan gelip bizim ülkemizi de etkisi altına alan aşırı özgüvenli insan yetiştirme kavramı hipertrofik yani aşırı gelişmiş egolu insanların sayısını arttırmaya sebep olabilmektedir. Oysa bizim kadim kültürümüzde binlerce Yunus Emre, Mevlâna, Akşemseddin, Hacı Bayram-ı Veli ve Hacı Bektaş-ı Veli gibi doğal kâmil-i mükemmil insanlar geliştiren yol ve adabımız vardır. Bu kültürel mirasımızın güncel psikolojik ve sosyolojik bilimsel verilerle yeniden yorumlanması ve bizim kodlarımıza uygun yeni teoriler oluşturulması da yine bizlere düşmektedir.
Aşırı özgüven kazanıp da benlik yaşamamak insanoğlu için neredeyse imkânsız gibidir. Aşırı özgüven ile ucub arasında ve ucub ile de kibir arasında ince bir çizgi vardır. Aynı şekilde kibir ile grandiyöz (büyüklük) hezeyanı arasında da ince bir çizgi vardır. Aşırı özgüven, ucub ve kibir, tevazu ile dengelenmez ise bu kulvarda yürümeye başlayan bir kişinin realiteden koparak düşüncelerini hezeyana dönüştürmesi işten bile değildir. Bu nedenle daha yüksek oranda kibirli insanlardan oluşan aile, okul, işyeri ve sosyal ortamlarda yaşamak zorunda kalmadan bu tehlikenin farkına varılması gerekmektedir. Özellikle aile ve okul ortamlarında tevazu ile süslenmiş başarıların daha önemli olduğu mesajı çocuklarımızın eğitiminde daha belirgin olarak verilmelidir.
Ey gözüm nûru ne bilsin gizlidir esrârımız Câhil ü nâdân ne bilsin anlamaz ahvâlimiz Kuş dilidir dilimiz hem her Süleymân anlamaz Rumûzât u işâretle söyleriz akvâlimiz Uşaklı Yakupzade Mustafa Özyürek [...]
Psikiyatr Dr. Zülküf Perdeci dikkatlerimizi etrafımıza ördüğümüz görünmez duvarlara çekiyor. Kendi kendimizi müebbet bir ceza ile hapsettiğimiz zihin hapishanemizde benlikli düşüncelerimiz ve evhamlarımızla geçirdiğimiz zayi olan ömürlere. Hz. Mevlana'dan iktibasla “İyi [...]
Son günlerde dünyanın ve haliyle ülkemizin yegâne gündemi Covid-19 enfeksiyonu ve ona yönelik üretilen aşılar. Salgın bir yaşını çoktan doldurdu. Salgınla yaşamayı öğrenmeye başladık bile.
Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar Leyla İpekçi bize sözün öncesinden bahsediyor. O’nun olduğu ve O’nunla birlikte hiç bir şeyin olmadığı yerin sesini ima ediyor susarak. Yunusça…
Her birimiz kendi malzememize doğuyoruz. Bendeniz de acizane kelimelerin içine doğdum. Kelimelerde soludum, kelimelerde yoğruldum. Aldığım her nefeste müjdeyi çağırdığım kelimelerden süzülen bir anlam doğdu. Nerede kalmışsam oradan devam ederek bir aşk romanı yaşadım. Meramımı anlatmak için hayatımda hep yazdım. Ta ki Yunusça beni susturana kadar. Şimdi anlamımızı doğuran dilin içinde yaşadığım bu romandan Yunusça bir bölüm paylaşmak istiyorum.
“Dışı içidir.” der üstadım. Ya da bendeniz böyle işitirim. Başka türlü de söyleyeyim: “Zahirdeki gerçek, içini remzeder.” Suret bir yerde söz bulunca dışından içine dönmeye, içini dışına çıkarmaya bir fırsat doğuyor. Gelgelelim suretin söz bulması upuzun bir yolculuk. Nerede söz buluyordu suret? Henüz kalemime gelmeden evvel bütün kelimeler bir hayal aleminde beliriyordu. Nefsimizin yüksek bir mertebesinde konuşulmakta olan kuşdilinin adına Yunusça dersek Yunusça’dan surete bürünerek nüzul etmekteymiş sözler.
İşitmeye başladıkça meğer kâinatın diliymiş bu. Her canlının kesintisiz zikri, varlığın diliymiş. Biz işittiğimiz ölçüde söküyormuşuz. Aslında fıtrat dilimiz bu. Fakat onu konuşmak için işitmek, yeniden hatırlamak gerekiyordu. Bizimse dudağımızla kulağımız arasında yüzyıllar vardı. Bu mesafeyi nasıl alacak nasıl uzakları yakına getirecektik? Kim bu bizde saklı hazinenin üzerini açacak kim hatırlatacak derken ancak yazmak suretiyle yaklaşıyor, yaklaşıyordum. Ta ki Yunusça dizeler yüreğimi yarsın.
Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu
Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur
Yunusça’nın babası Mustafa Tatcı üstadımın nefesinden çekersem: “Bu söz ne zaman iş oldu yani vücûd buldu? Nerede hareket ve anlam kazandı? Sûret, nerede söz buldu? Söz nerede sûrete dönüştü?”
Neler demek istiyor da, kim bilir, biz ne kadarını işitiyorduk sözün? “Ol” emriyle surete bürünen anlamdan harfler zuhur ediyordu. Her biri, içerdiği anlamı vücuda getirmeye şartlanmıştı yani surete bürünen her şey için anlama dönüşmek ve anlamı genişletmek farz oluyordu. Yazma serüvenimin baştan aşağı özetiydi bu.
Hayalimde yazdırılacakların suretini görmeden asla yazamazdım. Kelimeler varlığın surete girmiş hali, insanlığımızın izdüşümü öyleyse dil insana farzdır; diyordum. Her farz ancak gönülden gerçekleştirildiğinde yerine getirilmiş olmaz mıydı?
Bu durumda “ol” emrine riayet etmek zorla mümkün değildi. İtaat, isteyerek olmalı; gönülden olmalı ki dil ikrar etmeliydi. Yeryüzüyle gökyüzüne zorla ya da isteyerek gelin denince isteyerek geldik, demeleri bir ikrar değil miydi? Zira itaat ancak gönülden olursa gerçeği kuşatabiliyordu. Dil ile gönül “bir” aşkın kaynağıydı muhakkak.
***
Fakat üstadım bu acizane tefekkürümle sınırlı söz söylemiyordu elbette, anlamı yarmaya devam etti: “Bu vücûd ne zaman kendiliğinden söz söyler hale geldi, ne zaman o sözlerin sahibi oldu? Sûretin müstakil bir varlığı yoktur. Bunu iyice düşün!”
Düşünüyordum yazarken evet. “Yunus değildir bunu diyen, kendiliğidir söyleyen!” Nefsimiz hangi merhaledeyse, konuştuğumuz ve işittiğimiz dil o seviyeden canlanıyordu. Bizzat bu keşif benim gibilerin Yunusça menakıbımızda defalarca tecrübe edilmiş bir olguydu. Gelgelelim nefs-i emmare dilinden yazılanlarla nefs-i kamile dilinden yazılan dizeler arasında koskoca bir benlik farkı vardı. Benliksiz makamda Yunus’un içindeki “ben” söz söylüyorsa benlikli nefis mertebelerimizde elbet sözün seviyesi her yönden kuşatıcı olamaz, olamıyordu. Yine de kalemime mürekkep yürütüyordu, hiç tükenmiyordu.
Öyleyse diyordum, suretin müstakil varlığı olmadığını ispat edebilenler ancak Yunus gibi kendiliğinden söz söyler hale gelebilir. Kendi içinden çıkarabilirler sözü. “Ol” emrini kendinden kendine verdiklerini bilebilirler. Sadece veren kendi değil, sözü alan da kendi, söz de kendi oluyordur tabii.
Gelgelelim üstadım Tatcı bu tefekkürümle de sınırlandırmıyordu anlamı: “Şunu da bil, her sıfatta sûrete gelen kendisidir, öyleyse ağızdan çıkan söz de Hak’tır. Şu halde lisan ve o lisanın kaynağı olan gönül hikmetin yoludur.”
Böyle diyordu. Ne müthiş bir merhaleye davet ediyordu beni bu sözlerle. Benim gibilere demek istiyordu ki: “Ağzından çıkan her söz Hakk’ın bir tecellisidir. Sendeki Hakk hangi merhaledeyse oradan surete bürünüyor. Eğer ağzından benlikli sözler dökülüyorsa senin nefsindeki Hakk bilgisi o kadardır.” Ve demek istiyordu ki aynı zamanda: Ağzından çıkan ne varsa alnına yazılır. Yazgını kendi dilinle yazarsın.
Ne anlıyorduk? Sözü temizlemeden, gönül temizlenemezdi. Sözü temizlemek acaba benim gibi kelimelerde doğan ve yaşayan biri için nasıl mümkündü? Sadece düşünce, fikir, yorum gibi nefsin alt mertebelerinden söz söylemeyerek temizleyebilir miydim dilimi? Nefsimin tortularını, tozlu topraklı sözlerini sükût etmeden temizleyebilir miydim? Nerede sükût etmeli nerede sözü sarf etmeliydim? Kesin bilgiye (benliksiz söze) varabilir miydim?
Başa dönersek yeniden tefekkür için, üstadımın tabiriyle evet, dışı içidir varlığın. O halde söz, gerçeğin hem içi hem dışı nasıl olacaktı?
***
Sûret söz kanda buldu söz ıssı kaçan oldu
Sûrete kendi geldi dil hod hikmet dilidir
“Bazı yazmalarda beyit böyledir.” diyordu Tatcı üstadım. Beyitin bu okunuşunda da “dil” kelimesi ilk olarak gönül anlamında değil, “sohbet aracı olan lisan” anlamındaymış. Esas aldığımız dil kelimesi “söz” anlamının yanında Farsça “gönül “anlamına da alınabilirmiş. Zira lisan hikmeti anlamanın yolu olduğu kadar “gönül” de hikmetin anlaşıldığı bir merkez ve merhaleydi. O bunları derken tekrar dönüyordum. Nefsimin alt merhalelerindeyken nasıl olur da Yunusça’dan zevk alabiliyor, esinleniyor ve sürecin içinde nasıl yol bulabiliyordum öyleyse?
“Suret nerede söz buldu? Söz nerede surete dönüştü?” Bu iki farklı soru demek ki birbirine cevap imiş. Zira hikmet nerededir? El cevap: Aşıkların gönlünde doğar. Cevap buydu elbet. Seviyordum. Şevkimin kaynağı bendeki benden ibaret olmayan gerçekti! Benliksiz söze ulaşmak için bir ilk adımdı bu. Üstadımın anlamı yaran dil akışına girmiştim artık: Hazret-i Mısrî âşıkların diline (=gönlüne) Hû zikriyle hikmet dolduğunu anlatırken şöyle der:
Ey Niyâzî gönlüne âşıkların hikmet dolar
Küntükenz’in haznesinden yana yana Hû deyu
Yûnus’un şiirlerinde “Hikmet” iki anlamda karşımıza çıkmaktadır diye devam ediyordu üstadım. Birincisi burada anıldığı gibi gönle gelen ilâhî bilgiler, diğeri aklın ürünü olan felsefe anlamındadır. Yûnus bu kavramı ikinci (=felsefe) anlamında kullanırken şöyle der:
İlm ile hikmet ile kimse ermez bu sırra
Bu bir acâyib sırdır ilme kitâba sığmaz
Ya da şöyle der:
İlm-i hikmet okuyanlar aşkdan fakîr durur bunlar
Mansûr oldum asın beni hep dillerde söyleneyin
Yûnus bir yerde de “hikmeti tefekkür etmeyen insanın gönül sahibi olmadığını” söyler. Bu mânâda “gönül” ,insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır. İnsanın tamamlanıp gönül sahibi olabilmesi için mütefekkir olması şarttır:
Gönül müdür ol hikmeti kılmadı tefekkür
Yâ göz müdür ol yaş yerine dökmeye kanı
Cümleyi üstadımdan alarak tekrar ettim durdum: “Gönül, insanı eşyadan ayıran en önemli kavramdır.” Ne anlıyorum bundan? Eşyanın hakikati benim gönlümdeki hakikati bilmem için mevcuttu yani benim için. Eşya kendi hakikatini kendisi anlayamazdı, onu ancak insan anlardı.
Demek ki eşya, insanın hakikat merhalelerine bürünmüş olan kendi suretidir diyordum. Alemdeki her şey bizden birer suret olmalıydı. Üstadımın tabiriyle zerreden küreye… Tefekkür ederken cisimleştirirsem; gezegenlerden, gökadalardan içimizdeki hücrelere kadar her şey. O halde peygamberimizin “bana eşyanın hakikatini göster” niyazı bize müthiş bir ipucu bırakıyordu.
Bir seferinde mânâ bu ya, bir odaya giriyorum her şey havada yüzüyor; benimle kendi lisanlarında bir şey konuşuyorlar. Hepsinin canlı olduğunu görüyorum. İbn Arabi burada yardım ediyordu: “Her şeyin canlı olması, her şeyin konuştuğuna delalettir! “İşte benim gibi çocukluğundan beri kelimelerde can bulan biri için roman yazmak tam da burada anlamına kavuşuyordu. Varlığın bizimki gibi perdeli kulaklara dahi çalınan bir zikri vardı; eşyadan tınlayan bir ses, bir yankı vardı. İşte onu işitmeden duramadığım için yazıyordum.
Yazmakla işitiyordum. Tabii nefsimin kısıtlı seviyesinde, kısıtlı merhalesinden işittiğim için bütünü kuşatamıyordu kalemimden çıkan sözler ama işte ümit vaat ediyordu. Neden olmasındı?
Çocukluğumdan beri içimde saklı Yunusça burada, tam buramdan yarıyordu beni. Yazmamdaki kendiliğinden niyet; okunmaktan önce okumak, işitilmekten önce işitmek olmuştu hep. Yazmak; kendiliğinden ol nefesi çektiğimi, nefes olduğumu öğrenme ameliyesi olmuştu. Kırk yıldır yazıyordum, hatta yayınlamadıklarımdan başlarsak 45 yıldan fazladır yazıyordum ve daima bu dürtü, bu azim yönlendiriyordu beni. Acaba “emin bilgi”ye ulaşabilecek miydim? İçimden çıkarabilecek miydim onu? Bizzat söz olabilecek miydim?
***
İmdi Yûnus ne diyorsa hep hocamdan devam ettim işitmeye:
Sûret söz kanda buldu kanda sözü iş oldu
Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur
“Yani söz sûrete ulaştı, sûreti harekete geçirdi; sûrete dönüşen de bu söz idi yani sözün sahibi idi.”Böyle bağlıyordu üstadım. Sözün sahibi kimdi?
“Hikmeti bilen ve dili hikmetli söz söyleyen âdem-i mânâ yani insan-ı kâmildir. Âdem-i mânâ Allah’ın halîfesi olduğuna göre Cenâb-ı Hak henüz gönlü ölü yani bâtını uyanmamış olan sâliki onun dölleyici kelâmıyla diriltir. Bu diriltici kelâm risâletin hâsılıdır, yani ürünüdür. Aslına bakılırsa risâlet sahibi de Hakk’ın kendisidir. Sâdece sûrete bürünmüş olduğu için dünya gözüyle fark edilememektedir.Sûret yani sâlikin vücûdu, söz ile yani kendini diriltici olan söz ile ilk defa ne zaman tanıştı? Aşk meclisinde! Siz buna bezm-i elest de diyebilirsiniz artık…”
Üstadımın her vesileyle hatırlattığı yerdeydik işte. “Ol” emrine itaatin neresindeysek, ‘elest’imizdeki sözün ikrarı oradaydı. Neye evet demiştik, ne kadarını tasdiklemiştik? Nasıl tamamlanacaktı söz ve dirilecekti? İnsan-ı kâmilin sözünü işitmek sadece bir merhaleydi. Ya sonrası?
Üstadım devam ediyordu: “Şu halde âdem-i mânâ olan insan-ı kâmilin sözü, hikmetli sözdür. Bu söz, ‘ol’ emri olup hayata dönüşür, sûrete bürünür. Hakk’a yakın olanların sûretine değdiğinde hücrelerinden geçip câna ulaşır ve onu uyandırır. Öyleyse Yûnus “Sûrete kendi geldi dil hikmetin yoludur” derken şunu demek istiyor:
“Ey Hak ile dostluk kurmak ve ebediyen dirilmek isteyen kardeş! Senin sûretine insan-ı kâmilden değen söz, başkasının sözü değil Hakk’ın sözüdür. Sûrete değen de gelen de kendisidir. Söz de hakîkatin bir sûretidir. Sen bütün bu hakîkatleri, gönlüne doğan hikmetle anlayabilirsin. Zira hikmet, dil ile anlatılsa da gönülde doğar. Velhasıl, insan dil ve gönülden ibarettir! Dili ve gönlü terbiye edilmeyenin geleni gideni anlaması mümkün değildir!”
Üstadım bunları açarken neden Yunusça’nın bendeki kelime azmini bir vakit sırladığını anlamaya başlayacaktım. Kelimelerin peşinden giderek hiç kimseye danışmadan, kimseden etkilenmeden Kehf suresinin 65’inci ayetindeki “ledün” kelimesiyle çarpışmıştım. Musa-Hızır kıssasındaki Hızır kelimesinin peşinden o kadar çok koştum ki nerelere götürdü beni, ne romanlar yazdırdı…
Meğer elest bezmindeki “belî” sözümün peşinden gidiyormuşum, onu dudaklarımın arasından çıkaracağım an için yazıyormuşum. Bilmeden hayal ederek, rüya görerek…
İkrar anlamına gelecek olan tasdik, kelimelerin içinde yaşayan benim gibi biri için susmadan mümkün değildi. Sözün sahibi kadar sözsüz kelamın da sahibi “bir” imiş! Hızır’la Musa’nın yolculuğu sürüyordu ama bu merhalede yazmayı sırladım.
Sûretler ün diyemez söz kendisiz söylenmez
İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır
Üstadım bunu şöyle açmıştı: “Sûretler müstakil birer varlık olmadıkları için kendiliklerinden seslenemez; söz kendisiz olmadan yani Hakk’ın kudreti, tecellîsi olmadan söylenmez. İşler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeyle yani bir sûretten kendini gösterir.”
“Vücûd Hakk’ındır” diyordu ve nihayetlendiriyordu: “Sûret ve sûretlerin kendilerine mahsus müstakil vücûdları olmadığından kendilerine mahsus bir sesleri de yoktur. Sıfât zâttan ayrı düşünülemez. Sözün ‘kendisiz’ yani sahibi olmadan söylenmesi mümkün değildir. Sûret zâta perde olduğu için sözü söyleyen ve davranışları gerçekleştirenin sûret yani insan olduğu sanılır. Halbuki bütün oluşlar, söz ve davranışlar risâlettendir. Her oluşun arkasında risâlet gücü vardır. Fakat sıfatlarla perdelendiği için, işlerin iç yüzü bilinemez. Başka bir ifadeyle bütün işler ve oluşlar sûretlere bürünen birer risâlet sırrıdır. Bununla kastedilen şey, ilk nûrdur.
Varlık bu ilk nûrun açılmış şekli, Hazret-i Peygamber de bu ilk nûrun en mütekâmil zuhûrudur. Eşyâ denilen tafsilat bu ilk nûra verilen ‘Kün’ (ol) ilâhî emriyle meydana geldiği için bütün işler ve oluşların kaynağı risâlettir. Daha açık bir ifadeyle söylemek gerekirse varlık risâletten yani resûlden ibârettir.
Resûl bu ilk nûru taşıyandır, nebî ise bu sırdan haber veren kişidir. Söz Hak’tır fakat risâlet sırrı nebî ve onların vârisleri olan kâmillerin diliyle dilden dile, gönülden gönle aktarılır. Başka bir ifadeyle işler risâletten yani ilk nûrdan meydana gelmekle birlikte perdeden yani bir sûretten kendini gösterir. Öyleyse Yûnus ‘İşler hicâbsız olmaz risâlet hâsılıdır’ diyerek bizi çokluktan birliğe çekmeye çalışmakta, oluşun kaynağını göstererek vahdette tutunmamızı istemektedir.”
Evet, sus Yunusçası müthiş bir ses işittiriyordu üstadımın sesiyle. Kelimesiz bir ses, benliksiz bir nefes. Yoksa açarken nasıl örtecekti kendini? İşte Yunusça böyle konuşuluyor böyle işitiliyordu. Aşkın olduğu yerde söz bitiyordu.
Varlığın anlamı kelimede değil harfteydi. Ama dil hikmetin yolu olsa da yolculuk kelimeye sığmıyordu. Harfe dönmek, dürülüp bükülüp noktada susmak ve yok olmak gerekiyordu. Öyleyse benlik “aradan” çıktığında yani huy sükût ettiğinde “Hu” nefesiyle canlanan söz kendinden kendine ‘ol’maya devam edecekti.
Şairce konuşarak sözü kitaba döküyordu her yaştan dertliler. Nitekim Yunusça’nın babası tabir ettiğim hocam Mustafa Tatcı da burada ikincisi düzenlenen uluslararası şiir ve edebiyat günlerinde Yılın En iyi Yunus kitabı […]
Mana söze bürünür, söz surete. Sözün öncesi mana. Sessizlik sesin manaya en yakın olduğu yer. Varlığın kendi sesiyle konuştuğu yer. Bütün seslerin dürüldüğü tek bir ses olduğu yer. Değerli yazar […]
Üzerine düşünülmeyen, tam tersi özgüven adı altında kibirli olmayı destekleyen bir aile yapısı ve topluma doğru hızlıca dönüşürken bu konuyu ele almanız ve üzerine böyle bir yazı yazmanız bendenizi derinden etkiledi. Farkında olmadan kendi ailem ve çocuklarım ile günlük hayatımızda da belki bu yanlışa çok düşüyoruz. Okul ve iş yerinde başarılı olma arzusu, toplum içinde saygınlık elde etme isteği, başkaları tarafından duygusal olarak ezilme endişesi ve popüler kültürün bizi bu yöne sevk etmesiyle birlikte belki farkında olmadan kibirli insanlar yetiştiriyoruz ve oluyoruz maalesef…
Bu yazınızı okuyunca sanki gerçeklik duvarına çarpmış gibi oldum. Hayatın akışında adeta “ben ne yapıyorum..!” diye düşünmeme sebep oldu. çok teşekkür ederim. elinize sağlık. Özellikle yazınızdaki menakıplar gerçekten çok duygulandırdı. buyurduğunuz gibi aslında gençlerimize ve çocuklarımıza eğitimlerde bu anlatımlara daha çok yer vermeliyiz… selametle.
Bu asrın hastalığına; işinin ehli bir doktordan çok profesyonelce araştırma yaparak,adeta terapi şekline getirilecek yöntemler sunulmuştur.Günümüzün Tıp bilgileriyle harmanlayıp metod geliştirmek ve insanların egolarını törpülemek bu alanda çalışan insanların hedefi olmalıdır.Böyle bir hedef; işinin ehli tarafından hem kendi alanında ki boşluğu doldurma,hem de toplumsal sorumluluk adına asli (asil) bir görevdir,sorumluluktur,mutluluktur.
Anadolu erenlerinin çağları aşan düşüncelerinin yayılmasına, Anadolu irfânının ve Türk kültür değerlerinin günümüz dünyasında tanınmasına, yaşanmasına ve yaşatılmasına zemin oluşturmak için çalışıyoruz.
Beğenerek okudum. Çevremde üzülerek gördüğüm özgüven patlaması yaşayan çocuklar için bir yol haritası çizilmiş. Ebeveynlerin çok dikkat etmesi gereken bir konu işlenmiş. Teşekkür ediyorum.