Bir 17 yüzyıl arifi olan ve yaşadığı zamanda da bugünkünden çok da farklı olmayan ama dönemin şartları gereği fiziksel olarak sürülen (bugün de kültürel bir sürgüne maruz kalırdı diye düşünmeden edemiyorum.) ileri yaşında Limni adasında ayağında bukağı ile 14 yıl geçiren Niyazi Mısri hazretlerinden bir beyit;
“hakikat dilberi rana gibidir anın zerrin libasıdır şeriat.” Evet hakikat hoş ve güzel bir dilber gibidir. Kokusunu kabiliyetinize göre sezersiniz, ama örtülüdür. Şeriat örtüsü, ki bunu dönemin hakim kültürel vasatı, hakim zihinsel algıları olarak da anlayabiliriz ise onun altından örtüsüdür. Lakin güzele gitmenin bir adabı vardır. Devamında “sakın soyma anı namahrem içre, yüzün suyu hayasıdır şeriat” diye ekler Mısri babamız. Yine başka bir nutkunda ise:
“lafzı u suret cism ile anlamak isterler bizi,
biz ne elfazız (lafızlar, şekiller) ne suret (görüntüler) cümle mana olmuşuz…
her kesafet kim izafet gösterir ayinede,
ol kuduret tozunu silip mücella olmuşuz”
der, aynada surete bürünen her yoğunluğu, görüntüyü, varlık tozunu silerek parlak cilalanmış bir hakikate ulaşmışız. Byung Chul Han Sokrates’ten alıntı ile elbisenin altındaki deriyi soymaktan bahseder. “İnsan aşktan konuşuyorsa derisi yüzülmüş hakkında bir konuşma olmalıdır, tüylü deri hakkında değil” Bizim Nesimi’den Hallac’dan bildiğimiz üzere hakikati elbisesiz sunmanın bedelidir derinin yüzülmesi. Han derinin yüzülmesini “yaralanmanın estetiği” ile ele alıyor. “derisi yüzülmüşün sergilenmesi, vücudun bir yerinin açılmasının ötesine gider. Acı yaralanma anlamına gelir.”
Günümüzün pozitif toplumu yaralanmanın bu negatifliğini her zaman azaltır. Bu sevgi için de geçerlidir. Yaralanmaya götürecek her türlü bağlılıktan sakınır. Onun bağlılıkları “like-beğeni” seviyesindedir. Bu ise aslında görme ya da kavrayış sunmaz. Çünkü görmek için yaralanmak gerekir. Görmek incinmektir. Kişi kendisini yaralanmaya maruz bırakmadan başkasını göremez. Yaralanma görmenin hakikat anıdır. Aynının cehenneminde hakikat yoktur.
To like kaygısız arzuların, amaçsız ilgilerin, tutarsız tatların alanıdır. Herhangi bir sertlikten, sarsıntıdan yoksundur. Dolayısıyla sarsıntının, yaralanmanın negatifliğinden yoksundur. Yani tecrübeden. Gerçek tecrübe yaralanmayı, sarsılmayı gerektirir. Yaralanma olmadan ne şiir ne de sanat vardır. Acı ve yaralanmanın olmadığı yerde alışıldık, adet olan, konforlu ve rahat olan devam eder. Hep baktığımız ama göremediğimiz şeye bakar dururuz.
Han, Barthes’in fotoğraf teorisinden alıntıyla studium ve punctum ayrımı yapar. Studium –to like’a taliptir. Fotoğrafın kodlandığı kültürel vasatı keyifle takip eder studium. Bu bir tecrübe sunmaz. Oluşturduğu haz ya da acı bana ait değildir. İçime geçmez. Hiçbir coşkunluğu, tutkuyu, aşkı tutuşturmaz. Yarım bir arzuyu yarım bir dileği başlatır. Kararsız, yüzeysel ve sorumsuz.
Punctum ise fotoğrafın ikinci bir unsuru olarak izleyiciyi yaralar, incitir, sarsar. Bu bir komşu ziyareti değildir. Ok gibi insanı ansızın bulur ve yaralar. Şok etmez, sessizliği sever. Çığlık atmaz. Sırrı tutar. Tüm sessizliğine rağmen kendisini bir kanayan bir yara olarak açığa vurur. Tüm anlamlar, amaçlar, kanaatler, değerlendirmeler, yargılar, mizansenler, pozlar, jestler, kodlamalar, enformasyonlar kaybolduğunda punçtum kendisini sessiz olarak açığa çıkarır.
Sinematografik resimlerin (buna like bekleyen resimler de dahil) punctumu yoktur. Bizi gözlerimizi açık tutmaya zorlar. Düşünceye değil iştahlı bir tüketime zorlar. Gözlerimi kapatmama, gözlerimi kapatınca sessizliğin müzikalliğinde görselliğin zihnimde devamına imkan vermez. Bu aslında kendi kendine kapanmış özgürleşemeyen bir iletişimdir. Gözleri kapatmak resmi sessizlikte konuşturmak demektir. Kafka’dan alıntıyla “şeyleri aklımızdan çıkarmak için fotoğraflarız, hikayelerim bir çeşit göz kapamadır.” İçinde punctumu olmayan görsellik muhayyileye imkan vermez.
Dijital resmin studiuma sabrı, punctuma ise hassasiyeti yoktur. O affectumun peşindedir. Bağırtır, eğlendirir. Sözü olmayan bir eğlenceyi ve dolayımsız hazzı tetikler. Gelir geçer, bir yel esmiş gibi, denizin üzerindeki dalgalar misali. Kıyıya vurup yiten bitimsiz dalgalar.
Tam da burada Yunusça bizi içeri çağırır:
“Suretten gel sıfata, onda mana bulasın,
Hayallerde kalmagıl, erden mahrum kalasın.”
Denizin üzerindeki dalgalar gibi sürekli akıp giden suretlerden niteliğe, çokluktan onun içindeki tekliğe.
Yaralanmanın estetiği vardır. Bilmek yaralanmak demektir. Tecrübe derimizdeki yara izleri.
Yunus babamız yine bir nutkunda;
“eşkere kıldım bugün pinhanımı, can virüben buldum ol cananımı” der. İçte gizli olanı açığa çıkarmanın yegane yolu ölümcül bir yara ile yaralanmaktır. Canana, güzeller güzeli dilbere ancak can vererek varılır.
Bir cevap yazın