Kitap yazmaya da aslında defter yazarak başlanır. Kitap yazacağım diye dışsal motivasyonlarla başlanan yazı serüveni insanı kendisine götürmez “içimdeki ses birikir önce defterlere yazılır ve sonra bir kitap olur” diyerek insanı yazmaya götüren şeyin aslında içerden gelen insanın kendine dönük arayışı olduğunu “yazmanın da bir ibadet olduğunu” ibadetle aynı yerden beslendiğini söyledi. “Ben yazmazken de hep yazdım. Kalem defter olmadığında da. Çünkü defter hayatın kendisidir. Defter tutmak içerde ve dışarda bir tür seyyahlıktır.” sözleriyle niçin yazdığına açıklık getiren İpekçi, Leyla’nın Defteri’nde de konu edindiği İngeborg Bahman’ı 20’li, 30’lu ve 40’lı yaşlarında tekrar tekrar okuduğunu ve hakkında yazılar yazdığını lakin her dönemde, her okuyuşunda her yazışında yeni bir bakışla başka bir sayfa açar gibi yazdığını; “Okuduklarımı kendime dönüştürüp, kendi tecrübelerimle süzüp yazarım”, “aslında onu yazarken de amacım kendimi dönüştürmektir, kendime dair bir derinleşmeyi yaşayabilmektir” “kendi içimdeki gerçeği yakaladığım anda aslında insana bütün insanlığa da yakınlaşmış olurum” dedi.
Okuduklarını nasıl kendine dönüştürdüğünün bir örneği olarak Tanpınar romanlarından örnek veren İpekçi “Huzur daha çok bilinir ama beni mahveden Saatleri Ayarlama Enstitüsüdür”, “Biz Kimiz” sorusu etrafında doğu-batı, modernlik- gelenek tarzındaki arayışları Tanpınar’da baba-oğul ilişkisi üzerinden okuduğumuzu “Saat dairevidir, devrevidir, baba ve oğul da sürekli devreder. Kimin baba kimin oğul olduğu bilinmez.” İfadeleriyle Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne dair kendi özgün okumasını dile getirdi. Yine Leyla’nın Defterinden nasıl yazılmaması, ne olmaması gerektiğine dair bir örnek olarak taşrayı korkunç bir üstten bakışla yazan Yakup Kadri’nin Yaban romanını verdi.
Bir cevap yazın