Çok bekletme Mustafa Efendi…
Evin büyüğü olarak hep büyüklerle muhatap olduğum için erken büyümüş oluyorsun, çocukluk görmemiş oluyorsun. Hatta şöyle bir espride yapayım size. Nüktede olsun muhabbetimizin içinde. Biliyorsunuz ramazanlarda aileler ‘okşanır’. Okşama tabirini kullanır Anadolu. Davulcu okşamaya çıkıyor Ramazan’ın on beşinden, yirmisinden sonra. Böyle üç beş kuruş maişet temin ediyor. Baba gitmiş. Evde annem, kız kardeşlerim filan beraber oturuyoruz. Gece sahur yapacağız. Halis erişteler tereyağında yapılmış, edilmiş, kılınmış. Tam o sırada davulcu geliyor. Buranın erkeği kim diyor?. Mesela benim adımı anıyor.
Şekerim var ezilecek
Tülbentlerden süzülecek
Çok bekletme Mustafa Efendi
Çok yerim var gezilecek.
‘Ana gördünüz mü bak benden bahsetti, ‘Çok bekletme Mustafa Efendi’ dedi. Cepte para yok. Para vermen lazım. ‘Ben hazırladım oğlum’ diyor anam. İhtiyatlı kadın. İki buçuk, üç lira neyse veriyor. Bizde muhteşem bir pozisyonla, ihtişamımızla gidiyoruz davulcu kardeşimize onu ikram ediyoruz. Davulcunun sana verdiği şahsiyeti düşünebiliyor musunuz? Yani bunu nasıl anlayabilirsiniz? Gariban, zavallı, adı sanı olmayan bir çocuğun adını anıyor: ‘Mustafa Efendi’ diyor. Bir şahsiyet veriyor, bir kimlik veriyor, toplumda bir mesuliyet yüklüyor sana. İşte böyle bir topluluk vardı çevremde. Bundan sonra yavaş yavaş palazlandık.
Kızılcabölük’te bir attar dükkanı.
Etrafımda çok güzel insanlar oldu. İrfani bir çevrenin içine düştüm. Şimdi o çevreyi anlatayım. Ama yine bir nükteyle anlatayım. Şu anda biz Üsküdar’da bir kitap evindeyiz. Hemen yakınımızda ki bir sokakta rahmetli Profesör Doktor Ahmet Yüksel Özemre’nin evi var. ‘Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı’, ‘Üsküdar Ah Üsküdar’ gibi kitapların yazarı. Aynı zamanda Türkiye’nin, dünyanın yetiştirmiş olduğu büyük atom fizikçilerinden, atom âlimlerimizden, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu’nun kurucu başkanlarından birisi. Benim de çok iyi ahbabımdı. ‘Üsküdar’da Bir Attar Dükkânı’ adlı kitabını çok önemsiyorum. O kitap sadece Üsküdar’ı anlatmıyor. Türklük ve İslam geleneği içinden süzülüp gelen bir kültürümüz var. Bu kültürümüzün damıtılmış şeklidir Üsküdar. Yani Türk İslam kültürünü süze süze, damıta damıta gelsek içinden İstanbul, İstanbul’u süzsek içinden Üsküdar çıkar. Şu andaki görüntü bizi yanıltır. Bu binaları, bu kalabalıkları kaldırdığımız zaman içinden nur topu gibi Türk İslam kültürü çıkar. Şimdi kitap ortaya çıktığında okudum. Hoca onu neden yazdı ben bunu biliyorum tabi. O beş metre karelik attar dükkânı bir sembol. Önemli bir kültür merkezidir orası. Necmeddin Okyay yetmez mi, Süheyl Ünver yetmez mi, Abdulbaki Gölpınarlılar yetmez mi? Attar dükkanı da görünmeyen bir üniversite, bir akademidir tabiri caizse. Yani İstanbul Üniversitesinin yapamadığını yapmıştır. Bir gün evlerinde mütalaa ediyoruz kitabı rahmetliyle. Tabi fevkaladenin fevkinde bir eser. İşte bunları konuşurken hoca bana ‘Sen nasıl bir attar dükkânında yetiştin? Hiç bahsetmedin kendinden o kadar geldik gittik dedi. Ben nükteyle rahmetli meşhur türkücü, derlemeci Özay Gönlüm’ün köylüsüyüm dedim. Bu arada onu da rahmetle analım. Folklor tarihimiz açısından çok önemli bir şahsiyet. Ege bölgesi türkü derleyicileri içinde de çok önemli bir şahsiyet Özay Gönlüm. Bizim köylümüz, hemşehrimiz Özay Gönlüm dedikten sonra bizim attar dükkânından bahsettim. Ben lisede yaz tatillerinde uzun dönemler inşaat işçiliği yaptım. On beş gün işçilik yaptım, kalfa oldum kendi kafamdan. On beş gün daha çalıştım usta oldum. Yani bir şeyi yaparken öyle benimsiyorum ki hemen onun zirvesi neyse -ustalıksa usta- o olmalıyım. Tahammülüm yok yani. Üniversite hocası olunacaksa benim beş yüz tane kitabım olmalı. O işin piri olmalıyım. Burada benlik yok. Yani işi çok seviyorum, benimsiyorum. Biz de lise bir, iki ve üçüncü sınıflarda yaz tatillerinde inşaat işçiliği yapıyoruz. Baya baya işçilik yapıyorum. Marangoz benim ustam: Osman abi. Akşamları da sohbete gidiyoruz çarşıya, park kahvehanesine. Rahmetli Yusuf amcanın Şükran Ay’ın sesinden dinlettiği müzik kulağımda. Karşımda dokumacı Esat abi bana İbn-i Arabi anlatıyor. Sene bin dokuz yüz yetmiş altı, yetmiş yedi. Bazıları rahmeti rahmana gitti. Esat abimiz Allah uzun, hayırlı ömür versin. Seksen kusurlu yaşlarında şu anda. O tarihlerde dokumacılık yapıyordu. Çiftçi Mehmet Ali abimiz Niyazi Mısri Hazretlerinden hiç ummadığım bir anda bir gazeli okuyor: kılçık atıyor tabiri caizse. Güreşte kılçık atma tabiri vardır. Necati abimiz var ki Allah rahmet eylesin çok istifade ettim. On altı yaşındayım. İmami Gazali okuyorum, külliyat okuyorum, Kimya-yı Saadet, Kırk Esas vs. okuyorum. Hiç kimsenin tavsiyesi yok. Gruplar peyda olmuş Türkiye’de. Falan grup, feşmekân grup. İşte bu feto denen anarşi grubu da yeni yeni palazlanıyor. Gençleri tavlamaya, bir ekip kurmaya çalışıyorlar. Onların içinden bu Anadolu arifleri çekip çıkardı beni. Hiçbir gruba mensup olmadan, Hazreti İbn-i Arabi’yle, Hazreti Niyazi Mısri ile, Yûnus Emre ile fakiri tanıştıran muhteşem insanlarla hemhal oldum. Bir tarafta Denizli Lisesi’nde okuyorum, bir taraftan da yaz tatillerinde inşaat işçiliği yapıyorum. Bir taraftan da akşamları iple çekiyorum. Yûsuf amcanın kıraathanesinde çok güzel sesli bir İsmail Dayıoğlu Ağabeyimiz vardı. Bursa’da Erdinç Çelikkol vardır, bestekâr. İsmail ağabeyimiz onun yetiştirmesidir. Ramazan o tarihlerde yaz tatillerine denk geldi. İsmail abimizin imametiyle teravihlerimizi kılıyoruz. Enfes bir ses, kardeşi de sazende. Onun da enfes bir sesi var. Orada kulaktan besleniyoruz Pir Sultan Abdallarla, Eşrefzadelerle, Niyazi Mısrilerle. Hiç şu andaki ortamda duyamayacağımız sesler duyuyorum: kadim sesler. Hangi tekkeden geldiyse, hangi tasavvuf erbabından, gönül erbabından geldilerse… Hiç kimsenin duyamayacağı seslerle beslenmişler onlar. Nota bilmezlerse de kulaktan beslenmişler. Sesleri muhteşem. Biz de kulaktan besleniyoruz onlardan.
Ben Yunus gibi olmalıyım….
‘Varlığını say yoğa, çün Dost içinden doğa’ diyor ya Hazret-i Yûnus… Ben hudâ-yı nabitim. Falancanın etkisinde kaldım mı düşünüyorum, yok öyle bir şey yok. Yalnız şöyle bir şey bu bahsettiğim irfanı çevre, abilerimiz bizim komşularımız aynı zamanda. Ama babam rahmetli derdi ki: Kepenek altında er yatar. Yani ehlullahın nerede gizli olduğunu, Cenâb-ı Hakk’ın hangi gönülde gizli olduğunu bilemezsin. Bu piyasa insanları yanıltıyor. Şöhret afettir. Niyazi Mısri Hazretleri ne diyor:
İzi yoktur ki izinden biline
Gâhi tozmaz ki tozundan biline
Sen onu sanma sözünden biline
Hakikat ehlinin olmaz nişanı.
Arif-i billah böyle diyor. Anadolu’da böyle arifler var. Elan kemakân var, ebediyen de olacak yani. Ama arayıp bulan, kulluğun kılan adam tipine ihtiyaç var. Dolayısıyla bir sevki ilahi bizim gibi hüda-i nabit insanı oraya sevk etti. Gene atan el de, tutan el de Cenâb-ı Hakk’ın elidir. Oraya falanca şöyle yaptı da gittik denmez. O abilerimize Cenâb-ı Hakk’ın ilhamıyla, ilham-ı ilahiyle sevk edildik. Ben o sıralarda lisede okuyorum. Tabi ortaokuldan gelen bir merakta var. ‘Ben Yûnus gibi olmalıyım’.
Nezihe Araz’ın Anadolu Evliyalarını okusana…
İlk söylediğim cümlelerden birisi. İşte lise birinci sınıftayken bu abilerimizden bir tanesi, muhtemelen Esat Köseoğlu abimiz olacak, sen ‘Nezihe Araz’ın Anadolu Evliyalarını okusana’ dedi. E, ben nereden bulacağım? Para yok, pul yok. Kitapçı nedir bilmiyoruz köyde. Amcalardan, babalardan, dedelerden kalan küçük bir kitaplığımız var orada. Ne varsa onlarla geçiniyoruz. Parayı çıkarıp ta kitap alacak durumum yok. Çünkü kazanırsam param var. Biriktiriyorum, kışın okumaya gidiyorum. Böyle bir pozisyon. Anadolu Evliyaları diye not aldım. Nereden alacağım filan diye düşünürken ‘ben vereyim ben vereyim’ dedi. İlk ciddi olarak okuduğum kitap bu Nezihe Araz rahmetlinin Anadolu Evliyaları kitabıdır. Tabi hepsinden etkilendik. Hazreti Mevlana’dan etkilenilmez mi, İbn-i Arabi’den etkilenilmez mi? Ama Yûnus ve Şabani Veli Hazretlerinde durakladım. Yani nasıl bir arif, nasıl bir kâmil hayret içinde kalıyorum okudukça. Benim bunlar gibi olmam lazım, bunların peşine düşmem lazım diye düşünüyorum. O zatların tavsiyesiyle okuduğum ilk ciddi yazar Nezihe Araz’dır. Burada bir şey daha söyleyeyim. rahmetle analım. Bir kitap insanın hayatını değiştirir mi? Değiştirir. Seneler sonra, 2009 senesinde Unesco çapında bir Mevlana anması oldu. Mahmut Erol Kılıç kardeşimizde işin içindeydi. Konya’ya gidenlerin arasında fakir de vardı. Hazret-i Mevlana’nın dergâhı şerifinde Nezihe Araz hanımefendiyi gördüm. Baya ihtiyar halinde. Sonra zaten çok geçmedi vuslat etti. Ellerinden tutmuşlar, orada şadırvanın etrafında gördüm kendisini. Müsaade ederseniz elinizi öpmek istiyorum dedim. Kendimi tanıttım. İyi de merak etti bu nereden çıktı? Lise birden ikiye geçtiğim sene yaz tatilinde okuduğum bir kitap hayatımı değiştirdi. Eğer bugün Yûnus Emre ile, Hazreti Mısri ile, Osman Kemali ile, Üsküdarlı erenlerle, Elmalılı erenlerle, Kastamonu’lu, Bolu’lu, Adalarda yetişmiş erenlerle, Osmanlı coğrafyasındaki Yûnus kültürünü yaşatan erenlerle uğraşıyorsam sizden aldığım ilhamla uğraşıyorum, size bir gönül borcum var dedim, elini öptüm. Orada oturduk, ikimizde ağladık. Rahmetle anıyorum kendisini. Böyle bir ortam işte bizim Kızılcabölük’teki ortamımız. Evliya Çelebi’nin -onu da rahmetle analım- bahsettiği çınara bizim Anadolu’da kavak derler. Lise yıllarında meşhur kavağımızın yani çınarımızın altında yaptığımız sohbetler… Tabi onlardan bazıları yaşıyor. Allah uzun ömürler versin. Bizde dokumacılık, çiftçilik baş meslek. O dokumacı ve çiftçi abilerimizin bizi Yûnus Emre ile, Niyazi Mısri ile, Hazreti Mevlana ile vs. ile tanıştırması ile başladı olay.
Bir cevap yazın