İçimde bir şey cız ediyor. Nefesim yine alelacele göğsümde saklanacak bir yer bulmaya çalışıyor. Bir yandan zihnim bunun güzel bir fırsat ve kıymetli bir hizmet olabileceğini söylüyor. “Kendini geri tutma, direniyorsun belki yeniliğe.” diyor. Sonunda “Uçmam ama” diyorum. “Trenle gidelim”. Bir hafta boyunca tren ayarlamaları yapıyor eşim. Biletleri getiriyor heyecanla. Yüzüme bakıyor, bende aynı heyecanı göremeyince ikimiz de derin bir sessizliğe gömülüyoruz. “İran’a gelemiyorum, orası beni çağırmıyor. Başka bir şey beni bu topraklarda tutuyor, çıkma dışarıya diyor. Ne olduğunu tanımlayamıyorum ama burada yapacak bir şey var, biliyorum, hissediyorum.” diyorum. Bu sözleri söylerken gözlerimden yaşlar boşalıyor. İşte bu, derinden gelen bir çağrının işareti. “Evet Aslınur, bizi duyuyorsun.” diyor beni bekleyenler. Henüz ufukta yoklar. Ama çağrılarını yapmaya başlıyorlar. Kulaklarımı açmaya niyet ediyorum. Eşim de bu çağrının yankılarını hissederek açık kalplilikle bu durumu kabul ediyor, bileti tek kişilik olarak değiştiriyor. Birkaç gün içinde yeni bir plan kendini ortaya koyuyor: Anadolu’ya yapılacak dört günlük bir seyahat. İçimden derin bir “Oh!” yükseliyor. Ne zamandır hissediyorum içimde Anadolu’yu. Hatta üç sene önce California’da, Mount Shasta’dan dönerken o geniş otoyolda içime doğanları hatırlıyorum. İpek Yolu canlanacak. İpek Yolu, İpek Yolu, Anadolu.
- GÜN-11 Mart 2019
Artık Anadolu kapılarını açmaya karar veriyor. Bir araba kiralayalım, seyahat etmek, daha çok yer görmek mümkün olur diyoruz. Seyahat rotamızı ayarlıyoruz. Nallıhan ve civarı. Tapduk Emre ve Yunus Emre bizde çok canlı bu sıralar. Araba kiralanıyor. Arabayı teslim almak için sabahın altısında Sabiha Gökçen havalimanına doğru yola çıkıyoruz. Yine de içimde arabaya dair garip bir huzursuzluk. Havaalanına vardığımızda ofise gidiyoruz. Diğer araba kiralama ofislerinin hepsi açık. Sadece bu kapalı. Kepenkleri bir süre sonra açılıyor. Tüm uğraşlarımıza rağmen gerekli ekstra belgeler elimizde olmadığı için arabayı alamıyoruz. Nefesim göğsümde genişliyor. Fakat şimdi ne yapacağız? Şimdi ve burada ne olmak istiyor? Neresi bizi çağırıyor? Dinlesene!
Dakikalar içinde Pendik tren istasyonuna koşuyoruz ve saatler sonra kendimizi Eskişehir’de buluyoruz. Elimizde iki ağır çanta ile. Kiralayacağımız arabaya güvenerek aldığımız bu çantalar şimdi bize birer yük oluyorlar. Ve nerede kalacağımız, ne yapacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yok. Şimdi güvenme vakti. Tren garından Odunpazarı’na doğru yürümeye başlıyoruz. Hava yavaş yavaş ısınıyor. Halbuki yağacağı söylenmişti! Salıver planladıklarını, hazırladıklarını, tasarladıklarını diyor. Bir kere daha. Soyun sanrılarından, zanlarından, kuruntularından. Üzerimize kat kat giydiğimiz elbiseleri çıkartıyoruz. Paltolarımız, ceketlerimiz. Yürüdükçe elimizdeki yükler ağırlaşmaya başlıyor. Yol uzuyor sanki. Taksi tutalım diyoruz, yanımızda nakit kalmamış. ATM görünürde yok. Yürümeye devam diyoruz. Bilinmez ne kadar süreceği ama güven. Yolda soruyoruz, beş dakika sonra oradasın dedikleri yol yirmi beş dakikada bitmiyor. Yürüyoruz. Sonunda eşim bir taksi durağının önünde bir bank bulup oturuyor. Aslında ikimiz de oracığa yığılıveriyoruz. “Haydi amcalara sorsana eşyalarımızı buraya emanet edebilir miyiz, hem dolaşırız hafif hafif.” diyor. Bedenim o banka çakılmış sanki. Kımıldamaya ve hatta içeridekilerden böyle bir ricada bulunmaya bir türlü dilim varmıyor. Allahım bu korku da neyin nesi? Küçücük bir ricada bulunamayacak kadar mı hem de? “Kolay kolay kabul etmezler bunu.” diyorum. “İnsanlar birbirine güvenmiyorlar ki!” Bu cümleler öyle hızlı çıkıyor ki ağzımdan. Kendi güvensizliğime şaşırıyorum sonrasında. Ama yine de içeri girip soramıyorum. Tamam alalım yükleri sırtımıza devam edelim yürümeye diyoruz. Bir otobüs firmasına giriyoruz. Cesaretimi topluyorum, güven Aslınur diyorum. Güvenerek güven inşa et diyorum. Başlasın bir yerden diyorum. İçeri girip durumu anlattığımızda çalışan kadın kabul etmiş görünse de sonra çaresiz bir şekilde “Bu yaptığım yasal değil, patronum görürse ne olur?” diyor. Kadını zor durumda bırakmamak için ısrar etmiyorum ve ofisten çıkıyoruz. Yüklerimiz sırtımızda. Eşim acayip şaşırmış durumda. Ne yani, İran’da olsak şimdiye kadar bin kişi almıştı yükümüzü emanet diyor. Bunu duymak içimi hüzünlendiriyor. Ne oldu bize?
“Bak karşıda zabıta var” diyor, “haydi gidip onlara soralım”. İçimde bir şey isyan ediyor. “En çok kuşkulanmaması gerekenler onlar, şimdi başımıza iş açılmasın aman” diyor içimdeki ses. Amma da ödlekmiş bu güvenini kaybetmiş parça da. Eşim cesaretle içeri giriyor ve kırık Türkçesiyle konuşmaya çabalıyor. Ben kilitlenmiş durumdayım. Durumu anlatırken, zabıtalardan biri omzumda asılan uzun kılıftan gözünü ayırmıyor. “Merak etmeyin, kılıfta neyim var” diyor, gülümsüyorum. “Garajda kilitli dolaplar var, oraya gidin emanetiniz için” diyorlar. “Tramvayla beş dakika, çok yakın. Geri döner buraları da dolaşırsınız.”
Tramvaya doğru yürürken cebimizde para olmadığını hatırlıyoruz. Bir güvence kaynağı olarak para da tüm bu güven sınavından geçerken tabii ki bizimle birlikte değil. Senaryo eksiksiz yazılmış. “Haydi bakalım bu tür bir sınanmaya ne cevap vereceksiniz” diyip kıs kıs gülüyor her neredeyse. “Size alıştığınız o konforu vermeyeceğim, madem bilinmeyene doğru bir seyahate çıktınız, hediyeler de böyle geliyor ayağınıza kadar” diyor. Sızlayan ayaklarıma bakıyorum. Gerisin geri dönüp bir kafeye oturuyoruz.
Kendimi çok çaresiz hissediyorum. daha önce buraları gördüğümden eşime gidip dolaşmasını, çantalara göz kulak olabileceğimi söylüyorum. Yanıma aldığım defterime yazmaya başlıyorum. Yazıma baharı karşılayan kuşların şarkıları, camiiden verilen sela, seçim için masa masa dolaşan politikacıların vaatleri ve çayları yetiştirmeye çalışan genç kızın “Çay isteyen var mı?” sorusu karışıyor. Allahım rızkımızı ver, Allahım rızkımızı ver cümleleri çıkıyor. Üst üste bilmem ne kadar zaman yazıyorum ve birden Ya Rezzak kelimesinin üzerine havadan 100 tl düşüyor. Kafamı kaldırıyorum. Eşim gülümseyerek bana bakıyor.
Akşama doğru Nallıhan otobüsüne biniyoruz. Büyüdüğüm ilçedeki otobüs modellerinden. Oldukça eski. Şu koltukların arkasında küllükleri olanlardan hani. Ve yolculuğumuz başlıyor. Bir dağın eteklerinde dönüyor, dönüyor, dönüyor, dönüyoruz. Gözlerim kapanıyor dönüyoruz, gözlerim açılıyor dönüyoruz. Bu eski otobüsün dahi sema yapabileceği kimin aklına gelir ki? Küllükler, aşk ateşinin geride bıraktıklarıyla dolu, ağızlarına kadar açık. Dönmekten usanmıyoruz ve nihayet Nallıhan’a akşam çökerken ulaşıyoruz. Bacalardan tüten dumanın kokusu ellerimizdeki yüklere zaman kaybetmeden siniyor.
devam edecek…
Bir cevap yazın